27 Mayıs'ın çarpıklıklarından koskoca bir devlet düzeni üretildi. Bu düzene meşruiyet kazandırmak için "rejimi koruma ve kollama" görevi kurumlaştı.
Joseph Epstein'ın söylediği gibi, insan, ne dünyaya gelişini, ne anne ve babasını, ne içine doğduğu koşulları ve ne de ölümünü belirleyebilir. "Belirlediği tek şey varsa o da nasıl yaşayacağıdır." Maalesef, Anadolu insanı nasıl yaşayacağını da belirleyemiyor.
Hatta nasıl giyineceğine bile karar veremiyor. Ne olduğu gibi görünebiliyor, ne de göründüğü gibi olabiliyor. Çünkü, asırlardır "zorba elitler" yegane belirleyici olmuşlar. Herkese ve her kesime kendisi olma hakkını veren "demokrasi treni"ne sürekli tuzak kurmuşlar. Bazen trenin yoluna taş koymuşlar, bazen ilim ve özgürlükten örülü raylarını parçalamışlar. Zırva tevillerle trenin ilerlemesine sürekli darbeler vurmuşlar. Öyle ki, "medeniyetler müzesi" olarak anılan Anadolu'yu her çeşit darbeyi içeren "darbeler müzesi"ne dönüştürmüşler. Hem de sürekli yenilenen ve bilumum darbeleri içeren bir müze. Yeniçeri isyanlarıyla, bu müzede, "ilkel darbe"ler teşhir edilirken, Jön Türklerin marifetiyle "modern darbe"lerin teşhiri başladı. 1908'de İkinci Meşrutiyet'in ilanıyla halka iktidar vaat edenler, aradan yüz yıl geçmesine rağmen, halkın iktidar olmaması için her şeyi yaptılar. İttihat ve Terakki yönetimiyle başlayan ve tek partili dönemle devam eden elitlerin oligarşik yönetimi, çok partili dönemde demokratik sisteme geçişle tehlikeye girdiğinde "modern darbe"ler devreye girmeye başladı. 27 Mayıs darbesiyle hem demokrasi treninin makinisti idam edildi, hem de "darbe klasiği"ne öncülük yapıldı. Daha sonra, 12 Mart muhtırası ve 12 Eylül darbesiyle her on yılda bir demokratik sisteme balans ayarları çekildi. Sisteme elitlerin iktidarını güvenceye alacak sigortalar yerleştirildi. Bütün darbelere rağmen halkın demokrasi talebi artarak devam edince, 28 Şubat'ta "post-modern darbe" ile sisteme yeni bir ince ayar verildi. Bu da yetmeyince, 27 Nisan'da "e-muhtıra" ile cumhurun kendine başkan seçemeyeceği ilan edildi. Kısacası, Meşrutiyet'in ilanıyla beraber harekete geçen "demokrasi treni" aleni, gizli, modern, post-modern, hakiki, sanal birçok "darbelere (kazalara)" maruz kaldığı için, aradan yüz yıl geçmesine rağmen, henüz bize ulaşmadı.
İlginçtir, sözde halkın menfaati için yapılan darbeler, en büyük darbeyi halka vurmuştur. Kendi ayakları üzerinde durup, dünya milletleriyle yarışma takatini kırmıştır. Bireyin iradesini yok etmiştir. Çünkü, demokrasi bireyin "özgür iradesi"ne saygı duyarken, darbeler bireyi bir kişi veya zümrenin keyfi iradesine "esir" ediyor. Demokrasi bireyin özel yaşamına yapılan müdahalelere engel olurken, darbeler özel yaşamın her alanına müdahale ediyor. Demokrasi, farklılıkları zenginlik gören bireyler yetiştirirken, darbeler başkasına kendi doğrularını empoze eden zorba babalar, öğretmenler, hocalar, bürokratlar, patronlar, gazeteciler ve cuntacılar yetiştiriyor. Demokrasi din ve vicdan özgürlüğünü teminat altına alırken, darbeler bir kişi veya zümrenin inanç ve ideolojisini herkese dayatıyor. Demokrasi kabiliyetleri inkişaf ettirmek için özgür bir zemin sunarken, darbeler kabiliyetleri çürümeye mahkum ediyor. Kısacası, demokrasi insana insanca yaşama imkânı sağlarken, darbeler insanı uzaktan kumandalı robotlar veya ipi başkasının elinde olan kuklalara dönüştürüyor. 27 Mayıs darbesinin 48. yıldönümünde maalesef aynı soruyu soruyoruz: Demokrasi treni bize de gelecek mi acaba?.. Dr. Furkan Aydıner
Arada sırada karşımıza çıkan sapmalara, rahatsızlıklara bakıp bütün kurumları ile devleti, toplumun her kesimini, sorumluluk sahiplerini bir hasta gibi yatağa yatırsak... Sonra, psiko-analiz tekniklerini kullanıp bugünkü arızaların kaynağına inmeye kalksak... Geçmişe dönsek... Çocukluk yıllarına ait, bugün karşılaştığımız hastalıkların asıl sebebi olan büyük travmayı arasak... Toplumun ve ülkenin her kesiminde bugün yaşadığımız akıl dışı durumların tek sebebi olarak karşımıza 27 Mayıs 1960 tarihi çıkacaktır.
Aradan geçen 48 senede hesabını göremediğimiz bu meş'um olay, elimizi attığımız her alanı sakatlayan ve bir türlü onaramadığımız tahribatların kaynağıdır. Bu tarih, bir yıkımın adıdır. Eğer bir karşılaştırma yapılacaksa, Moğol ordularının Anadolu'nun her tarafını yakıp yıktıkları, taş üstünde taş bırakmadıkları günlere benzer bir yıkımdır bu. Bir fil sürüsü önce bir züccaciye dükkânına girmiş, oradan çıkıp gülistanı harap etmiş, sonra milletin varı-yoğu olan bağı-tarlayı ot bitmez hale getirmiştir. 27 Mayıs bir yıkımdır. Bu topraklara yüzyıllardır egemen olan ortak akıl, o gün iflas etmiştir. Bir toplumun özgüveni yerle bir edilmiştir. 150 yıldır varını yoğunu ortaya koyarak ayakta kalmayı başarmış asil bir millet, bir günde Orta Afrika'daki ilkel bir kabile toplumu haline getirilmiştir. Birlikte yaşama irademizi temsil eden, yüzyılların birikimi olan devlet terbiyemizin ve geleneğimizin yerini kabile alışkanlıkları almıştır. Hukuku var etmiş ve hukukla var olmuş bir millet, o gün orman kanunlarına teslim olmuştur. Aradan geçen 48 yıl, 27 Mayıs'ın yol açtığı tahribatı onarmamıza yetmedi. Bu gün ilerlememizi engelleyen, ayağımıza takılan her şey 27 Mayıs'tan kalma. Darmadağın olanları sağlıklı bir şekilde yeniden inşa etmemiz daha uzun bir zaman alacağa benziyor; belki yeni bir 48 yıl da yetmeyecek.
Aklını kaybeden toplum
Şizofreni, gerçeklik duygusunun kaybedilmesidir. Gerçekler çok ağır geldiği zaman, hayatı sürdürebilmenin yolu gerçekleri yok etmektir. 27 Mayıs, bizim yakın tarihimizdeki tahammül edilemez gerçeğimiz. Medenî ve olgun bir topluma çok ağır gelen bir gerçek. Bütün 60'lı ve 70'li yılları istila eden saçma sapan ideolojiler, bu kaldıramadığımız ağır gerçekler yerine inşa ettiğimiz şizofrenik dünyanın köşe taşları oldular.
Tarihin tanık olduğu en eski devletlerden birinde, görmüş-geçirmiş, feleğin her türlü çemberinden geçerek olgunluk kazanmış bir toplumda, en köklü devlet ve hukuk geleneğinin yaşadığı bir ülkede, bir gün sabaha karşı 38 subay emirlerindeki askerleri ve silahları kullanarak, "silahlı ayaklanma"ya girişiyor. Talihleri yaver gidiyor. Meşrû yönetimi devirip, devlete el koyuyorlar. 38 kişiden meydana gelen bu silahlı çete, devletin yönetimini üstleniyor. Bürokrasiyi, yargıyı itaat altına alıyor. Anayasal düzeni değiştiriyor ve yeni bir düzen tesis ediyor. 38 kişilik bir çetenin gasp ettiği iktidarı yargılamak için seferber edilen yargı, asgarî düzeyde adaleti işletebilecek bir yargı olmaktan çıkar. Nitekim Yassıada'da çıkmıştır. Bu çetenin tesis ettiği devlet düzenine hukuk, yani anayasa inşa edecek hukukçular hukukçu olmaktan çıkarlar; nitekim çıkmışlardır. Bu çetenin emirleri doğrultusunda devlet cihazını işleten bürokrasi, bildiği her şeyi unutmak zorundadır. Nitekim unutmuştur. Üsteğmeninden albayına, 38 subayın cunta oluşturup devlet yönetimini ele geçirdiği bir ülkenin ordusu, sahip olduğu en değerli şeyi, yani disiplinini kaybetmiştir. Nitekim, Genelkurmay Başkanı'nın bir teğmen tarafından tekmelendiği bir ordu, hiyerarşisini yeniden kurmak için baş etmeye çalıştığı yığınla cuntadan sonra bir de hiyerarşik darbe derdine düşmüştür. Cuntaya fetva yetiştirmek üzere seferber olan bir üniversitede, silaha teori üretmek üzere kaleme sarılan üniversite hocasında bilim ahlakı kalmaz. Cuntaya ideoloji yetiştirmeye çalışan aydından ise kendisine bile hayır gelmez. 27 Mayıs bunların hepsini, bir tek hamlede Türkiye'ye yaşatmıştır.
Marjinallere, her toplumda rastlanır. Marjinallik bir tür hastalıktır. Topluma, toplumun sağlıklı bir şekilde yoluna devam etmesine hizmet eden düzene, kurallara ve sağduyuya karşı çıkan birileri her zaman bulunur. Ne Türk tarihinin, basit bir sapma gibi görünen kazan kaldırmaları ne de İttihat Terakki gibi bir siyasî fırkanın iktidara el koyması askerin siyaset üzerindeki ağırlığına delil değildir. Türkiye'yi Türkiye yapan, Kurtuluş Savaşı gibi ateşle imtihanını bile halk iradesine raptetmesidir. 27 Mayıs, marjinal olanın ülkede ipleri eline geçirmesinden başka bir şey değildir. Kaynağı, geleneği, örfü, terbiyesi olmayan yeni yetme devletlerde görülen askerî yönetimlerin bir benzeri Türkiye'de iktidarı ele geçirmiştir. Cumhuriyet'in ulus-devlet anlayışına uygun bir şekilde tarihi yeniden yazdığını öne sürenler, asıl 27 Mayıs'ın altüst ettiği tarihi görmelidir. 27 Mayıs'a kadar tek parti dönemi de dahil olmak üzere doğal seyrinde devam eden tarih, o tarihten sonra marjinal olanın egemenliğinde yeni bir rotaya girmiş ve yeniden yazılmıştır. 27 Mayıs ile birlikte marjinallik köşe başlarını tutmuş ve o günden bugüne Türkiye'yi esir alan bu marjinallik tasfiye edilememiştir. Her gün yeniden ısıtılıp önümüze konulan rejim sorunlarının, bir siyasî düzenin temellerine dair asgarî mutabakatın yerleşememesinin arkasında, devletin kurumlarının bu marjinallikler üzerine inşa edilmesi yatmaktadır. Marjinalin sahip olduğu hukuk, bugünün marjinalliklerini de iddia sahibi yapmaktadır.
Demokrasi üzerine yerleşen askerî vesayetin arkasında, bu marjinal gelenek vardır. 27 Mayıs'tan bugüne sandıktan çıkan iktidarların hepsi, bu marjinalliğin kurumlaştığı vesayete toslamıştır. 48 yıldır bu marjinallik, 27 Mayıs günü ezberine aldıklarını tekrarlamaktadır. "Türkiye'de kardeş kavgası vardır...", "Laiklik tehlikededir...", "Ülke bölünmek üzeredir...", "Düşmanlar ve tehlikeler dört yanımızı sarmış, iktidarlar da aymazlık içindedir..." Bu iddialara ikna olabilmek için toplumun da marjinalleşmesi gerekmiştir. 27 Mayıs'ın en güçlü tortusu, bu marjinalliği topluma dayatmak olmuştur.
Cumhuriyet'in saltanat merkezleri
27 Mayıs kendi marjinalliğine ortak ararken, çok partili hayatla birlikte demokratik bir istikamet kazanan kurumları baştan çıkardı ve bunun için bağımsız saltanat alanları açtı. Üniversite ve yargı, 27 Mayıs'ın himayesinde oligarşik bir yapıya evrildi. Her ülkede özgürlükler, yargının korumasında ve üniversitenin öncülüğünde gelişir. Türkiye'nin bugün yaşadığı talihsizliklerin başında, özellikle bu iki kurumun, demokrasi ile doku uyuşmazlıkları bulunuyor. Bu uyuşmazlığı yaratan ve kalıcı hale getiren ise 27 Mayıs'tır.
27 Mayıs, üniversitede büyük bir kıyıma ve tasfiyeye girişmiştir. Geride kalanlar, 27 Mayıs'a hukuk ve ideoloji yetiştirmek için çırpınırken, üniversite kürsülerinin itibarını da beş paralık etmiştir. Üniversite sahip olduğu en değerli şeyini, yani itibarını 27 Mayıs marjinallerinin ayakları altına sererken karşılığında dokunulmazlık ve saltanat alanı elde etmiştir. Üniversitelerimizin geçmişte yaşadığı ve bugün sürdürdükleri geleneklere yansıyan en esaslı kırılma budur. Demokrasiden ve özgürlüklerden haz etmeyen üniversitenin ve darbelere övgüler düzen akademisyenlerin geçmişi, 27 Mayıs'ın bahşettiği bu saltanatın karşılığıdır. Yüzyıllar boyu devlet yönetmeyi adaleti tesis etmek olarak gören bir hukuk geleneğimiz var. Kurtuluş Savaşı'mız bile, az gelişmiş ülkelerde görülen gerilla savaşı şeklinde değil de, Büyük Millet Meclisi'nin ürettiği hukukla yürütülmüştür. 38 kişiden oluşan çetenin 27 Mayıs günü iptal ettiği bu hukuk ve adalet geleneğini bugün hâlâ arıyoruz.
27 Mayıs halka karşı yapıldı. Halk egemenliği ideali, 27 Mayıs cuntasının postalları altında ezildi. 27 Mayısçıların kendilerine benzeterek kurdukları düzen, halkın siyasete katılımını mümkün olan en asgari düzeyde tutacak bir düzendi. Halkın iradesinin tecelli ettiği meclis, kendi içinde parçalandı, iki meclisli bir düzene geçildi. Saltanat düzenini hatırlatır şekilde Senato'ya, "kontenjan senatörü" unvanıyla âyân meclisi gibi atamalar yapıldı, ihtilalciler bu meclisin tabii üyesi oldu. Meclis kanun yapamaz, hükümet icraatta bulunamaz hale getirildi. Demokratik iktidar üzerindeki askerî vesayet, Millî Güvenlik Kurulu ile kurumlaştı. Üniversite, demokrasinin karşısında, görevi vesayet düzenini desteklemek olan seçkinlerin saltanat sürdüğü bir destek birliğine dönüştürüldü. Yargı, halk iradesini ve demokratik kurumları dengeleyen ve frenleyen bağımsız bir iktidar alanı olarak yeniden kurumlaştı. Anayasa Mahkemesi, demokratik iktidar üzerinde hukuk denetiminden ziyade bürokratik bir denetim merkezi olarak icat edildi.
Sonuçta 27 Mayıs'ın çarpıklıklarından koskoca bir devlet düzeni üretildi. Bu düzene meşruiyet kazandırmak için "rejimi koruma ve kollama" görevi kurumlaştı. Halk ve halkın iktidarı rejime yönelik tehditler olarak peşinen mahkûm edildi. "Rejim bekçiliği" bürokratik vesayetin gerekçesi oldu. Bunun için "laiklik ve cumhuriyet değerleri" bir hukuk devletinin esasları olmaktan çıkartıldı, herkese zorla dayatılan totaliter bir ideoloji olarak yeniden formüle edildi. Laikliğin herkese dayatılacak bir "yaşam biçimi" olarak takdim edilmesi, hukukun çok uzağında, ideolojiler dünyasının keskin bıçakları altında şekillenen bu vesayet dünyasını özetler.
Siyaset, bu vesayet düzeni altında kendi dengelerini hâlâ oluşturamadı. Halk desteği aramak yerine, bu vesayetin şemsiyesinde devlet iktidarına yakın olmak ve devlet iktidarını yaşatmak rolünü üstlenen CHP'nin "normal" bir demokrasi aktörü haline gelememesinin arkasında da 27 Mayıs duruyor. Siyaset ve devlet alanında çok sık tekrarlandığı için alıştığımız, kanıksadığımız ama akla ve mantığa zararlı her şey bize 27 Mayıs'ın armağanı. Diken battığı yerden çıkar. Öyleyse, şu toplumsal şizofreninin kıskacından çıkıp, her şeyi yolundan çıkartan bu meş'um olayla tepeden tırnağa hesaplaşmamız lâzım. Bugün yaşadığımız sorunların, anlaşmazlıkların ve gerginliklerin tamamı 27 Mayıs'ın bakiyelerinden başka bir şey değil.
PROF. DR. MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE