Samanyoluhaber.com Fikret Kaplan Çağlayan Dergisi için ' Çağlayan’a sadece bir dergi nazarıyla bakmak yanlış olur. O, bu süreçte yaşadığımız onca şeye rağmen duruş ve tavrımızın değişmediğini gösterme azmidir.' dedi
Fikret KAPLAN - SAMANYOLUHABER.COM
Ebû Süfyân ve askerleri, Uhud’da elde ettikleri geçici üstünlükten sonra savaşa daha fazla devam etmeyi göze alamayıp Mekke’ye doğru hareket etmişti. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ve güzide ashabı müşriklerin kesin olarak dönüş yoluna girdiklerinden emin olunca cumartesi akşamından itibaren yaralarını sarmak için evlerine çekilmişti. Pazar sabahı Hz. Bilâl’in ezanıyla birlikte Mescid-i Nebevî’ye yeniden toplanmışlardı.
Mekkeliler, geri dönmeye başlamıştı; ancak yolda giderken kanaatlerini değiştirip yeniden Medine’ye saldırmayı düşünebilirlerdi. Bu durum, Efendimiz`i (sallallahu aleyhi ve sellem) düşündürüyordu. Bu arada, Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına Abdullah İbn Amr İbn Avf gelmiş ve Kureyş ordusunun, endişe edilen hususlarla ilgili haberlerini getirmişti. Gerçekten de Kureyş, Melel denilen yere geldiğinde aralarında bir durum değerlendirmesi yapmış ve elleri boş olarak geri dönmenin yanlış olduğunu, yeniden Medine’ye saldırarak Müslümanları kökten temizlemek gerektiğini konuşur olmuştu. Onlara göre Mekke’ye dönerken ne ellerinde bir ganimet ne de köle ve cariye bulunuyordu. Savaşmışlardı ama ellerinde, bu savaşı kazandıklarını ifade eden herhangi bir unsur da yoktu. “Savaşı biz kazandık.” deseler bile bunu ispat edebilecekleri hiçbir şey yoktu ellerinde.
Safvân İbn Ümeyye gibi bazıları ise şunları şöylüyordu:
– Ey kavmim! Sakın bunu denemeyin! Şu anda onlar, her zamankinden daha fazla öfkeliler ve ben, Uhud’da bulunmayanları da yanlarına alarak üzerimize geleceklerinden korkuyorum. En iyisi mi siz, elde ettiğinizle yetinip hemen geri dönün. Çünkü ben, yeniden onlara saldırdığınızda bu hâlinizi de kaybedeceğinizden korkuyorum!
Hz. Abdullah’tan bunları dinleyen Efendimiz, yanına çağırdığı Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’le önce meseleyi istişare etti. Ardından da Hz. Bilâl’e seslenerek insanlara şöyle tebliğde bulunmasını istedi:
– Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sizin düşmanınızı takip etmenizi emrediyor! Yalnız, bizimle birlikte sadece, dün Uhud’da olanlar gelsinler!
Bu arada, Cibril-i Emîn de gelmiş, Allah’tan şu mesajları getirmişti:
“Düşman birliklerini takip edip arkadan sıkıştırmada gevşeklik göstermeyin! Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da tıpkı sizin gibi acı çekiyorlar. Kaldı ki Siz Allah’tan, onların ümit edemeyecekleri birçok şeyleri umuyorsunuz. Allah her şeyi hakkıyla bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ, 4/104)
Onca yaraları, yakınlarından şehit olanların acısı, arkada kalan yetimlerin gözyaşı ve tükenen tâkâtlerine rağmen onların hepsi yeniden bir çırpıda, Resûlullah’ın sancağının altında toplandılar. Onların bu hâlini Kur’ân övecekti:
“Hele o yara aldıktan sonra Allah’ın ve Resûlü’nün çağrısına uyup gönül verenlere, hele onlar gibi ihsan ve takvâ sahiplerine pek büyük mükâfatlar vardır!” (Âl-i İmrân, 3/172)
Ashâb arasında, bir gün önce Uhud’da olup da Resûlullah ile birlikte Hamrâü’l-Esed’e doğru yola koyulmayan neredeyse bir tek sahabî bile kalmamıştı.
Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem sadece düşmanı korkutmak, onları yakalamak, Müslümanlâr’da hala bir kuvvet olduğunu ve kendilerine isabet eden şeyden dolayı düşmanlarından korkmadıklarını bildirmek için Medine üzerine İbn-i Ümmü Mektumu vali tayin ederek sefere çıktı. Nihayet Medine'ye sekiz mil uzaklıkta bir yer olan Hamra'ül Esed'e ulaştı.
Hamrâü’l-Esed’e varınca Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına odun toplattırdı ve akşam olunca da ateş yakmalarını istedi. O dönemde konaklanan yerde her on asker için çadırın önünde bir ateş yakılırdı. Fakat Efendimiz (sav) her birinin birer ateş yakmasını emretmişti. Bu kendilerinin hala güçlü olduğunu ve düşmanlarından korkmadıklarını bildirmek içindi. Gecenin karanlığı basınca Hamrâü’l-Esed, işte bu ateşlerle kendini gösterir olmuştu. Gecenin karanlığında yakılan bu beş yüzden fazla ateşin hem görüntüsü hem de haberi hızla yayılıyordu. Onu izleyen düşmanın gönlüne korku salıyordu. Medinelilerin hala yıkılmadıklarına dair güçlü bir mesajdı bu.
Bu arada Efendimiz’in yanına, daha önce aralarında istihbarat anlaşması bulunan ve Hicaz bölgesinde olup bitenlerden Allah Resûlü’nü haberdar edeceğinin sözünü veren Ma’bed İbn Ebî Ma’bed geldi. Oturup bir müddet konuştular. Hamrâü’l-Esed’den ayrılan Ma’bed, doğruca Mekke ordusunun bulunduğu yere gitti.
Mekke ordusu, bu sırada Medine’ye saldırmak için hareket etmek üzereydi. Ma’bed’in gelişi, işte tam böylesine kritik bir zamana denk gelmişti. Onu görünce Ebû Süfyân, yanındakilere dönerek:
– İşte bu Ma’bed’dir! Onda mutlaka yeni haberler vardır, dedi. Arkasından da:
– Ne haber ey Ma’bed? Oralardan ne haberler getirdin, diye sordu. Bunun üzerine Ma’bed, şunları söylemeye başladı:
– İşin doğrusu ben, Muhammed ve ashâbını, daha önce görmediğim kadar büyük bir kuvvetle peşinizden gelirken gördüm. Size karşı öfkeden yanıp tutuşuyorlar. Evs ve Hazreç halkından dün onlarla beraber olmayanlar da gelip aralarına katılmışlar! Size ulaşıp da intikam almadan geri dönmeyi de düşünmüyorlar! Başlarına gelenler konusunda çok öfkeliler ve dün yaptıklarına da bin pişmanlar! İşin özü, size karşı öyle bir kin ve nefretleri var ki bu zamana kadar ben, öylesini hiç görmedim!
Ebû Süfyân, kızmıştı:
– Yazıklar olsun sana! Nelerden bahsediyorsun sen, diye çıkıştı. Ma’bed:
– Vallahi de sen buradan ayrılmadan atlarının alınlarını görürsün, dedi. Onun sözleri, Ebû Süfyân’ı daha da endişelendirmişti. Yakılan her bir ateş gönlüne yangın düşürmüştü zaten. Ayrıca Efendimiz (sav) ve ashabının şimdi ne kadar istekli olduklarını ve zafer elde etmeden de peşlerini bırakmayacaklarını tahmin edebiliyordu. Hiç olmazsa kazandıkları bu başarıyı da heba etmek istemiyordu. Ebû Süfyân nihâyet geri dönüp Mekke’ye hareket için orduya emir verdi.
Ve bugün, camia tamamen bitti deyip ellerini oğuşturup nara atanlar birden önlerinde sarsılsa da devrilmeyen o ruhu tekrar gördüler. Kendilerine isabet eden bunca ağır imtihanlara rağmen bu hizmet erlerinin hala yıkılmadıklarını, tam tersine ‘Sızıntı’ iken de aslında büyük bir ‘Çağlayan’ olduklarını bizzat müşahade ettiler ve ediyorlar.
Bu işin aşık-ı Sadık’ı olan önümüzdeki rehber Hamraü’l Esed’deki gibi herkesin birer meş’ale tutuşturmasını istiyor arkadaşlarından.
Yaklaşık 40 yıl önce büyük bir ümit ve azimle Sızıntı dergisi:
“Sıza sıza göl olur
Akar akar yol olur
Yaradan dileyince
Az; çoklardan bol olur”
diye dua gibi güzel bir temenni ile başlayan Sızıntı, şimdi artık ummanlar dolduran bir “Çağlayan” oldu. Yani bundan sonra, artık Çağlayan… Evet, yıllardan beri aka aka oluşan bu gözyaşı gölü artık yol bulup Çağlayanlar misali akmak istiyor her tarafa. Yol verelim bu akıntıya ki yağmurlar gibi başımızdan aşağıya insin ve ateşimizi söndürecek Çağlayanlara dönüşsün! Söndürsün kin ve nefret ateşini. Bütün dünya ve ukbâ ateşini...
Çağlayan’a sadece bir dergi nazarıyla bakmak yanlış olur. O, bu süreçte yaşadığımız onca şeye rağmen duruş ve tavrımızın değişmediğini gösterme azmidir. İnsanlığın önünü aydınlatacak bütün meş’aleleri yeniden tutuşturma gayreti... Herkesin başvuracağı bir güç ve ümit kaynağı… İçimizde ölmeye yüz tutmuş bazı duyguların yeniden kıpırdanma zamanı…
Yeryüzü, bir baştan bir başa Çağlayanların yeşerttiği tohumlarla yeniden bir bahara uyansın. Asya’da, Avrupa’da, Amerika'da, Afrika'da.. ailesini, evini-barkını bırakıp giden her bir muhacir ve onlara kucak açan ensar, tutuştursun bir sevgi Çağlayan’ı. Bu aşk bütün dünyada kardeşlik, sevgi ve hoşgörü meltemleri halinde hissedilir olsun. Allah’ın rahmet deryasından akıp gelen Çağlayanların fitne rüzgarlarıyla kurutulmayacağını görsün cümle alem.
Bediüzzaman’ın dediği gibi:
‘İnşaallah, bu imtihanda dahi hem şark hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir giden yerine on girecek.’ (Şuâlar, On Üçüncü Şuâ, s. 310)
O halde tutuşturalım bu sevgi meşalesini…