Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldıkları için annesiyle birlikte Meriç yoluyla Yunanistan’a geçmeye çalışan bir kız çocuğu suda boğularak hayatını kaybetti. Bunun üzerine yazarımız Fikret Kaplan bir yazı kaleme aldı
Fikret Kaplan- Samanyoluhaber.com
‘Bir Garip Öldü Diyeler!’
Mart ayının başlarında soğuk bir gün... Fakat bunu hissetmiyor küçücük masum bir gönül… O gece de hep uyanık kalmış... İki günden beri ne kadar uğraştıysa da gözüne bir türlü uyku girmemiş. Küçücük yüreği pır pır atıyor… Annesiyle birlikte babasına kavuşmanın düşleri içinde masum yavrucuk…
Tutup elinden annesinin düşmüş yollara. Bataklıklardan, tarlalardan, çalı çırpı arasından her adımını babasına yaklaşma duygusuyla atıyor… Sineklere, böceklere, yılana, çıyana aldırmıyor… unutmuş ormanın vahşiliğini… Zira, insanların vahşiliği bunların hepsini çok geride bırakmış.
Dünyanın ne kadar sıkıntısı varsa sanki bu küçücük omuzlara binmiş, göğsüne dolmuş, sıkışmış, yüreğinin üstüne bütün ağırlığıyla çökmüş…
Bakıyor meraklı gözlerle annesine… Bu sefer gerçekten kavuşabilecek mi yıllardan beri göremediği babasına.
Annesi de kendisine merakla bakan bu yavrucağıza gözleri dolu dolu şefkatle bakıyor. Başlarında dönen uğursuz hadiselerden kurtulmalarına çok az kalmış. Hürriyetle, insanca yaşamaları aralarında sadece şu ilerideki Meriç var… onu geçtiler mi tamam…
‘Az kaldı kızım… az kaldı İnşallah.. dua et!’ diyor şefkatli anne.
Bütün yollar tükenmiş, ülkeden çıkmaktan başka çareleri kalmamış.
Yanaklarından süzülen gözyaşlarını sildiğinde yavrusunun da dolu dolu gözlerle kendisine baktığını gördü.
- Şu Meriç’i geçtik mi tamam Nurefşanım!
Sessiz sessiz ağlıyordu. Koca dünyada yapayalnız olduklarını, keder ve üzüntülerini paylaşacak tek bir kişinin bulunmadığını idrak etmek insanın omuzlarını çökertecek kaygılardı.
- Az kaldı! Meriç’e bir vardık mı gerisi tamam! Yepyeni bir hayatımız olacak, artık hiç ayrılmayacağız. Saklanmamıza, kaçmamıza, hep korkuyla yaşamamıza gerek kalmayacak.
Kadıncağız, hüzünlü gözlerle Meriç’in ötesine beslediği bu umutlarla tebessüm etmeye çalışıyordu. Ama kendisini ne kadar zorlasa da yüzündeki burukluğu, dizlerindeki endişeyi atamıyordu.
Kendileri gibi birkaç kişiyle daha özgürlük yolundaydılar. Rahat bir nefes almak uğruna otuz yıllık hayatlarını silerek sadece bir sırt çantasıyla hicrete çıkmışlardı.
Ama o ne hüsran… o ne büyük acıydı ki Meriç’i geçemediler…
Havayı tamamen kaplayan hüzün kokusu ve sırf anne ve babalarının iyilik yapma düşüncesinden dolayı Meriç’e devrilen masum, küçücük bir beden…
Hep bir tarafı kırılmış gibi duran o masum çocuk, kimsesiz ve garip olduğu bu topraklardan ebedi olarak kurtulmuştu.
Özgür olup babasına kavuşmak için çırpınıp duran ruhu nihayet beden kafesinden kurtulmuştu. Hukuk ve adaletin tamamen hakim olduğu bir diyara gidiyordu.
‘Dehşetinden çocukların birden ak saçlı ihtiyarlara döndüğü o gün’e (Müzzemmil Suresi,17) benzer bu ağır sürece… Meriç’in azgın sularına dayanamamıştı zavallı yavrucak. Ruhu uçup gitmişti ebedler diyarına.
Babasını görme hasretiyle tutuştuğu bir dönemde öteye gitti Nurefşan. Ağlamaları, istekleri, sıkıntıları, yalnızlığı, kimsesizliği…
Bebekleri, elbisesi, ayakkabıları, üzüntüleri, gözyaşları…
Annesiyle babasına kavuşma üzerine kurdukları hayalleri.. hepsi geride kaldı.
Babalarının elinden tutan çocuklara imrenmesi son bulmuştu artık. Soğuktan titrediği günler, yalnız odada baba sevgisine hasret kaldığı geceler bitmişti.
Yıllardan beri göremediği babasının kendisini kucaklayacağı zamanı beklemesine gerek kalmamıştı artık. Başına sevgiyle dokunmasını beklediği o buluşma ahirete kaldı.
Hangi kalem anlatabilir ki böyle büyük bir acıyı?
Zulümden kaçarken azgın sularda boğulan masum bir yavruyu!
O yürek yakan haberi okudukça perişan kalpleri de dağılıp giden milyonları...
Meriç’e düşen o masum çocukla birlikte daha kaç kez duygular o nehre yuvarlanıyor… kaç defa ruhlar bükülüyor, gözler doluyor.
O gözyaşlarıyla yoğurduğun babana kavuşma ümidini nasıl anlatabilirim?
Bu kadar masum insanın, küçücük bedenlerin zulme uğradığı başka bir devir gösterilebilir mi...?
Yaşanan bu zor imtihanlar içinde yüzlerce masum çocuk göçüp gitti bu diyardan zulümle. Kimisi Meriç’te, Ege’de…kimisi anne ve babasını ziyaret ederken yolda, kimisi kimsesizlik kucağında, hapishanede, zindanda… hatta anne karnında.
Bu masumları:
"Ebediyen yaşlanmayacak çocuklar."(Vâkıa Sûresi, 56:17; İnsan Sûresi, 76:19) diye tarif ediyor Yüce Kitabımız.
Bugün hala hapishanelerde, hücrelerde binlerce masum insan var. On binleri aşan masum anneler parmaklıklar arkasında. Onların hasretini çeken binlerce çocuk hayal edin. Bunlar da Nurefşan gibi eriyip gitmeden hayattan, uzatın onlara elinizi.
Nasıl mı? Vicdanınızın sesine kulak verin.
Tertemiz duygular ve halis bir niyet ile hicrete koyulan mefkûre muhacirleri… onların evlatları Nurefşan gibi Meriç’te ahirete yürüdüler; belki bedenleri bile bulunamadı bazılarının...
Allah Têâlâ, bu sıkıntıları bir gün bitirip bahara tekrar kavuşturacak inşallah. Onlar o tertemiz nesillerin, tertemiz beyanları içinde yâd-ı cemîl olacaklar. O günü idrak edenlerin gönülleri inşirahla coşup taşacak:
“Bunlar bu kadar hayırhah oldukları, insanlık için koştukları, bütün kopuklukları bir araya getirip dikişler attıkları halde, nasıl olmuş da kendi ülkelerinde bazı kimseler bunlara karşı densizliklere girmişler; tehcirlere, tehditlere, hayr kapılarını kapatmalara başvurmuşlar?!. Bu güzel yürüyüşün önünü almaya çalışmışlar?!.. Masumlara bu zulümleri nasıl reva görmüşler?”
Ey masum, güzel çocuk! Sen, o masum yüreğinle kavuştun Rabbe! Belki senin bu halin en halis bir dua olur geride kalanlar için…
Ruhun şad olsun… Unutulmayacaksın, bir yad-ı cemil olarak hep kalacaksın dillerde…