Kuzeyin bu ülkesinde yazlar bile soğuk. Kışları ise “İmparatorun Yolculuğu” ndaki penguenler gibi üşüyoruz.
Yıllar önce Fransız yapımı belgeselde izlemiştim. Dünyanın barınılması en imkânsız bölgesi olan Antarktika’nın acımasız buz çöllerinde, her kış olağanüstü bir yolculuk gerçekleşiyor. Binlerce imparator penguen, güvende oldukları derin mavi okyanustaki evlerini terk ederek, kıtanın iç tarafındaki ıssız bölgeye doğru yola çıkıyorlar. Antarktika’nın bu buzullar bölgesi; çok soğuk, bir canlının yaşaması için çetin bir yer.
Tek sıra halinde bu bölgeye ulaşmak için yürümeye başlıyorlar. Şiddetli tipiden önlerini görmekte zorlanarak, saatte 250 km hızla esen fırtına ile mücadele ederek yürüyorlar. Yumurta üretme esnasında dişi penguenlerin vücudundaki besin deposunun tamamına yakını tükeniyor.
Yiyecek bulmak için okyanusa geri dönüyorlar. Bu yüzden kuluçkaya erkek penguenler yatıyor. Dişiler, balık dolu denizlere doğru 200 kilometrelik bir yolculuk yapıyorlar. Yolculuk tehlikeli ve yırtıcı deniz aslanlarının tehdidi altındadır ama yeni doğacak yavrularına yem yetiştirmek zorundadırlar. Erkek imparatorlar, dişilerinin gidişinden sonra bebek penguen çıkana kadar yumurtaları pençelerinin arasında saklayarak koruyorlar. Kış ilerledikçe çok şiddetli tipiler başlıyor, rüzgâr saatte 120-160 km hızla esiyor. -40°C’lik soğuklara ve kutupların korkunç kışına dayanan erkekler yumurtalarla beraber ciddi tehlikelerle karşı karşıya kalıyorlar.
Dört ayın sonunda yumurtlar çatlıyor. Yavru penguen, yumurtasından yeni beyaz dünyasına çıktıktan sonra, açlığa en fazla 48 saat dayanıyor. Eğer anne imparator okyanustan yemekle dönmekte geç kalırsa yavrunun ölmesi kaçınılmazdır. İşte tam bu kritik günlerde dişi penguenler görünüyor. O an karşılıklı çığlıklar kopuyor. Eşler birbirlerini çiftleşme sırasında öğrendikleri seslerinden tanıyorlar. Köylerdeki koyunlarla kuzuların buluşma sahnesi gibi, anne penguenler, erkeklerin seslerini takip ederek hiç görmedikleri yavrularını buluyorlar. Aileler tekrar bir araya geldiklerinde, görev değişikliği oluyor. Anneler yeni doğan yavrularla kalırken, bu defa da erkek penguenler hemen okyanusa dönüyorlar. Soğuk olsa da yine de yaz bütün güzelliği ile sürüp gidiyor Kuzey ülkelerinde.
Gurbette bazen bir çiçeğin kokusu bazen bir kuşun ötüşü insanı alıp memleketine götürüyor. Yaşadığımız şehir Mart’tan beri martıların merhametine teslim. Şehrin her yanında onlar var. Uçuyorlar, kavisler çiziyorlar, çığlık çığlığa ötüyorlar. Sesleri ve sortileri ile koca şehri birbirine katıyorlar. Şehrin şarkıcıları martılar, sadece gündüz değil, gece de sabaha kadar konserlerine devam ediyorlar.
“Süleyman, kuş dilin bilir.” derler. Ben de Dr. Süleyman Bey’e “Neden bunlar, günler, geceler boyunca çığlık çığlığa uçuyorlar, sortiler yapıyorlar?” diye soruyorum. “Yavrularını koruyorlar.” diyor. “Çatıların üzerinde, ağaçların tepesinde uzaktan yavrularını gözlüyorlar. Bir tehlike hissettiklerinde bir anda çoğalarak savaş uçaklarını andıran ani sortiler ile tehlikeyi yavrularından uzaklaştırıyorlar.”
Bu sözlerden martıların, evrende derin bir sessizlik içinde işleyen “merhamet senfonisini” kendi dillerince seslendirdiklerini anlıyorum. Kuşların, sevgi dolu, şefkat dolu bu gizemli dünyasını bütün şehir gibi ben de hayranlıkla izliyorum.
Gurbette bazen bir çiçeğin kokusu bazen bir kuşun kanat çırpışı insanı alıp memleketine götürüyor. Şimdi kuşlar gibi özgür olup uçmak vardı, diyorum. Her yıl havalar ısındığında leylekler gelirdi köyümüze. Doğal bir tabiat parkı olan Söğütbaşı’nın en yüksek ağacının dalları arasına yuva yaparlardı. Daha uzaktan annelerini ağzında yemle görür görmez yavruların, küçücük ağızlarını açışlarını zevkle izlerdik. Onlar şefkatleriyle, kendilerine özgü ötüşleri ile köyün neşesi olurlardı.
Fethullah Gülen Hocafendi varlık alemindeki bu muhteşem şefkati Sızıntı Dergisinin Kasım 1980 sayısındaki başyazısında “merhamet senfonizması” olarak ifade ediyor; “Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Her şey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir. Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va'deder. Bu itibarladır ki, kâinata, bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil...”
“Merhamet” yazısının da ilginç bir hikayesi var aslında. 12 Eylül’de Hocaefendi köşe bucak aranmaktadır.
Bazen kalacak yer bulamadığı için soğuk kış gecelerini sokaklarda, benzini biten arabalarda geçirmek zorunda kalıyor. Işık yakmak tehlikeli olduğu için mum ışığı ile ya da denizci fenerinin ışığı ile kitap okuyor. Soğuk yerlerde kaldığı için bir ömür boyu kendisini takip edecek hastalıklar yavaş yavaş vücudunu mekân tutuyor. O günlerin birinde İstanbul’dan İzmir’e giderken, geceyi Bursa’da geçirmeye karar veriyorlar. Nilüfer Mahallesi’nde bir evde misafir oluyorlar. Asker ve polisler o gün Nilüfer Mahallesi’nde rutin aramalar yaparken Hocaefendi’nin misafir olduğu ev de aranıyor. Polis müdürü Hocaefendi’yi tanıyor. O yıllarda internet olmadığı için Hocaefendi hakkında arama kararı olup olmadığını bilemiyor. Israrla, Hocaefendi’yi karakola götürmek istiyor. İhtilal olalı yirmi gün olmuştur. Operasyonu yöneten askerler arasında iki de binbaşı vardır ama aramayı yapan jandarma timinin komutanı bir yüzbaşıdır. Sıkıyönetim sebebiyle askerin emrinde çalışan Bursa siyasi şube polisi Hocaefendi ile birlikte evdekilerin kimlik tespitini yapıyor.
siyasi şube müdürü, ilahiyat fakültesinden bilirkişi çağırıp evdeki kitapların tespitini yapmak istiyor.
Hocaefendi, “Bilirkişi çağırmanıza gerek yok. Ben hocayım. Size baştan sona tek tek kitapların ne olduğunu söyleyeyim.” diyor.
Polis müdürünün ısrarı ile Hocaefendi’nin bindiği arabada arama yapılıyor. Yüzbaşı arabanın torpido gözünü açınca bir tomar kâğıtla karşılaşıyor. Hocaefendi’nin kendi el yazısı ile Sızıntı Dergisi’nin Kasım 1980 sayısı için yazdığı “Merhamet” başlıklı yazıyı okumaya başlıyor. “…Bir de binbir çiçeğe cilve çakan şu arıya ve kozasına gömülüp kendini hapseden ipek böceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda, neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için, bu koçyiğit fedâilerin çektikleri sancıyı görmemek elden gelir mi? Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun, nasıl bir şefkat kahramanı; açlığını yutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın, nasıl ayrı bir babayiğit olduğunu hiç düşündünüz mü...? Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur… Veyl olsun bunlardan bir şey anlamayan talihsiz ruhlara...!”
Yüzbaşı, yazıyı sonuna kadar okuyor. Hocaefendi’ye dönerek: “Bu yazıyı bir oturuşta yazmış olmalısınız.” diyor. Hocaefendi’nin cevabı, mahzun ve mütevazı bir tebessüm oluyor. Polis müdürü, Hocaefendi’nin ve merhum Mehmet Ali Şengül Hocamızın gözaltına alınması için ısrar ediyor. “Merhamet” yazısını okuyan yüzbaşı, “Gerek yok!” diyor. “Hocam, güle güle gidin!”
Hocaefendi, Sefiller'deki Jean Valjean gibi aranıyor. Sonraki günlerde duvarlara, duraklara, billboardlara teröristlerle birlikte boy boy fotoğrafları asılıyor. Annesini ilk ayrıldıktan tam sekiz ay sonra görebiliyor.
Annesinin ilk sorusu, “Oğlum, nerelerde kalıyorsun? Kaldığın yerlerde soba yanıyor mu? Isınıyor musun?” oluyor. “Ayakların çok üşürdü. Yine üşüyor mu?"