1979’un sarışın bir sonbaharı…
Yeni tayin olduğum Antalya’ya Kepez Tepesi’nden bakıyorum.
Göklere başını uzatmış Toroslar, uçsuz bucaksız Akdeniz muhteşem görünüyor. Portakal bahçeleri, olanca kokularını üzerine boca ederek deniz kenarında gezintiye çıkmış taze ve soylu bir güzele çevirmiş şehri.
Akdeniz kımıl kımıl…
Sonbahar güneşinin altında elimde küçük bir çanta ile yorgun argın Ticaret Odası Sokağı’na doğru yürüyorum.
Bir dükkânın tabelasına mıhlanıyor gözlerim…
“Libas”
Sıra sıra dizilmiş takım elbiseler, gömlekler, kravatlar, tişörtler…
Tezgâhın arkasında otuzunda bir genç duruyor.
Alnına dökülen dalgalı kumral saçların harelediği gözler, karanlık gecede gür bir ormanın derinliklerinde yanan bir çift ışığı andırıyor.
Köyün içtenliği ile şehrin zarafetinin harmanlandığı tatlı bir tebessümle; “Hoş geldiniz!” diyor. “Ben Hasan, Hasan Yılmaz, kısaca ‘Libas’ derler.”
O anda “Antalya’da güzel günler yaşayacaksın!” diyor kalbim.
Daha ilk akşam, kar-kış demeden kan-ter içinde koşturan, daima gül yetiştirme sevdası ile bin hare gül veren Akdeniz küheylanlarının arasında buluyorum kendimi.
Tam on yıl sürecek olan Akdeniz’in güzel günleri o gece başlıyor.
1989 yazında ışığın doğduğu şehir çağırıyor beni.
Mavi rüyalar şehri Antalya’dan ayrılıyorum.
Ayrılıyorum ama ben Antalya’dan ve onun güzel insanlarından kopamıyorum. Sık sık görüşsek de bunlar tadımlık sohbetlerden öte gitmiyor.
Nihayet, tam otuz yıl sonra, gurbet diyarlarında birkaç kadim dostla birlikte bir gurbet akşamında Hasan Ağabey’in hatıralarına misafir oluyoruz.
Alnına dökülen o sümbül saçların yerinde yeller esse de yüzünde yine o aynı tebessüm.
Kundaktaki Ammarlar, Hansa’lar, Sümeyyeler büyümüşler. Çoluk çocuğa karışmışlar. Bu süreçte her biri bir yere savrulmuşlar.
Necati Mert, “Sizi biraz daha yakından tanıyabilir miyiz Hasan Ağabey?” diyor.
Gülüyor.
“Antalya merkeze bağlı Çakırlar Köyü’ndenim.” diye başlıyor anlatmaya.
‘‘Torosların eteklerindeki bu şirin köy, çocukluğumda portakal bahçeleri ile kuşatılmış haldeydi. Şimdi o portakal bahçelerine binalar yapıldı.
Geceleri konu-komşuya çıra ile giderdik. Evlerimiz gaz lambaları ile aydınlanırdı.
1960 ların köy hayatı işte…
Şehirden elbise ve ayakkabıdan başka bir şey alınmazdı. Şehir ekmeği çok lükstü.
Ailemin tamamı dindardı.
Annem kuşluk ve evvabin namazlarını aksatmazdı. Babam köyün en uslu insanıydı.
Abilerim de temiz insanlardı.
Ama ben çok haşarı bir çocuktum. Komşuların kiremitlerini kırar, camlarını taşlardım. Mahalleli babama olan saygısından dolayı bir şey demezdi ama köylü de babam da benden bıkmıştı.
Bir gün komşunun çocuğunu kovalarken babam kolumdan yakaladı.
‘Oğlum ne yapacağım ben seni?’dedi.
İmam-hatip lisesinde okuyan amcamın oğlu da oradaydı.
‘Bunu sizin okula versek?’ dedi babam.
‘Çok iyi olur.’ dedi amcamın oğlu.
İmam-hatip okuluna başladım.
İkinci sınıfta okurken babam hastalandı.
Hastane odasında babamla baş başa kaldığımız bir gün
‘Oğlum ben öleceğim. Arkamdan Kur’an oku.’ dedi.
Odanın içinde buz gibi bir rüzgâr esti geçti. İçimde koca bir dal kırıldı.
O an babamın solan gözlerindeki şefkati gördüm.
Doktorlar son günlerini evinde geçirsin diyerek taburcu ettiler babamı.
Hasta yatağında, ‘Sen okuluna git oğlum, ben iyiyim.’ dedi babam.
Üç gün sonra babamın kötüleştiği haberi geldi.
Konyaaltı’ndan köyümüze üç kilometre yolu koşarak gittim. Babama koşmakta çok geç kalmıştım.
Herkes babamın öldüğüne inanıyordu ama bir ben inanamıyordum.
Yaramazlıklarım okulda da devam etti. Öğretmenler ve okul idaresi benden bıktı.
Okulda güzel giyiniyordum.
Öğrenciler beni öğretmen zannediyordu.
Bir gün okulumuza Avni İlhan adında genç bir öğretmen geldi.
Hal ve hareketleri çok etkiledi beni. Sanki bizden biri gibiydi. Öğretmenden ziyade bir arkadaş gibiydi.
‘Hasan arkadaşım bunu bir anlatsa.’ derdi.
Sabahları mütalaa koydu.
O iki sene çok iyi oldu. O, İzmir Yüksek İslam’a öğretim üyesi olarak gidince ben eski günlere geri döndüm.
Futbola çok meraklıydım.
Top sesine bayılıyordum.
İmam-hatip lisesinden mezun olduktan sonra Antalyasporda top koşturmaya başladım.
Derken askerlik geldi.
Askerliği hiç sevmedim.
Acemi birliğinden sonra beni, Ankara’ya Cumhurbaşkanlığı muhafız alayı futbol takımına istediler.
Orada hastalandım. Doktor ‘Futbolu bırak.’ dedi.
‘Futbolu bırakırsam ölürüm.’ dedim.
‘Bırakmazsan zaten öleceksin.’ dedi. ‘Sarılık olmuşsun, sarılık siroza çevirir.’
Çok korktum. Babamı da sirozdan kaybetmiştim.
Derinlere, çok derinlere, kör kuyulara düştüm birden. Ruhum bir aydınlık aradı.
Mehmet Ocak adında bir asker arkadaşım vardı.
Bir gün bana gizlice bir kitap uzattı.
Kapağında, ‘Gençlik Rehberi, Said Nursi’ yazıyordu.
Sayfaları çevirdim.
‘Ey maraza müptela hasta! Hastalık bazılarına bir ihsan-ı İlahîdir, bir hediye-i Rahmanîdir.’
‘Yahu bu adam bu yazıyı bana yazmış.’ dedim.
‘Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahî ihtiyarlığa ve ölüme değişecek.
Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakk'ın ebedî ve sermedî olan 'Dâr-üs selâm' menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.’
Kelimeler bir kırbaç gibi iniyordu başıma.
Bütün bir köyün, yedi yıllık imam-hatip okulunun, futbol hayatımın bana yapamadığını bir cümle yapmıştı. İçimde volkanik bir hareketlilik başladı. Dağdan kopan taşlar, kayalar gibi bir şeyler kopmaya başladı. Uzaklarda çok uzaklarda küçük bir ışık hüzmesi göründü.
İçiyor gibi okuyordum. Okudukça, içtikçe içimde geçmişe ait ne varsa akıp gidiyordu.
Bir gün Bayram Yüksel Ağabey garnizona Mehmet Ocak’ı ziyarete geldi.
‘Hasan kardeş, Hasan kardeş!’ diye sarıldı bana.
Ertesi hafta Mehmet Ocak’la Bayram Ağabey’i ziyarete gittik.
Hacı Bayram, 27 numara.
Evdeki manevi atmosfer çok hoşuma gitti.
Bir sonraki hafta Mehmet Ocak beni Maltepe’de üniversite talebelerinin kaldığı bir eve götürdü.
Bir genç namaz kıldırdı. Kur’anı mükemmel okudu. Ruhlara işleyen bir sesi vardı. Namazdan sonra Risale-i Nurlardan ders yaptı. Sonra tanışma faslı başladı.
Siyasal, Hacettepe, Ortadoğu’da okuyan pırıl pırıl üniversite öğrencileri ile karşı karşıya olduğumu fark ettim.
Namaz kıldıran öğrenci, ‘Adım Mansur.’ dedi. ‘Siyasalda okuyorum. Deniz Gezmiş’le aynı sınıftayız.’
‘Aklıma mukayyet ol Ya Rabbi!’ dedim.
Ben imam-hatip mezunuyum. Ne doğru dürüst namaz kılıyorum ne de Kur’an okuyabiliyorum.
Okul müdürümüz Hüseyin Tulpar Hoca da benim Kur’an okuyuşumu yeterli bulmadığı için namaz kıldırmamak kaydıyla beni mezun etmişti.
Askerlik bitti.
Mehmet Ocak bana bazı kitaplar verdi.
‘Bunlar yasak, dikkatli ol!’dedi. Kitapları valizimin dibine yerleştirdim.
‘Antalya’da, avukat Gültekin Sarıgül var. Onu bul.’ dedi.
Antalya’da Gültekin Ağabey’i buldum.
Genç ve güzel giyimli bir avukattı.
‘Mehmet Ocak’ın selamı var.’ dedim.
‘Maşallah, maşallah Hasan kardeş, demek sen ha Allah Allah!’ dedi.
Samimiyeti ve içtenliği çok hoşuma gitti.
Ailesi solcu olan bir kızla askerde iken söz kesmiştik.
Ona durumumu anlattım. ‘Ben böyle bir yola girdim.’ dedim.
‘Anlaşamayız, ayrılalım.’ dedi.
Ayrıldık.
Gültekin Ağabey bir gün beni bahçe içinde salaş iki katlı ahşap bir eve götürdü. Nazım Amca’nın evi imiş. Orada çok güzel gençlerle tanıştırdı. Nevzat Ayvacı, Ramazan Duygu, Yavuz Eryılmaz, Ali Şeker, Muslihiddin…
Hepsi çok güzel insanlardı.
Topluca namaz kılınıyor, sesli tesbihat yapılıyordu. Çok zarif bir genç olan Ramazan Duygu duygulu dersler yapıyordu. Giyimi kuşamı da güzeldi.
Ziraat Bankası’nın bitişiğinde ortak bir dükkân kiraladık.
Gelinlik, damatlık falan satmaya başladık.
Gültekin Ağabey hemen her gün dükkana uğruyordu.
Gelinlik kızların, damat adayı delikanlıların biri giriyor diğeri çıkıyordu.
Bir gün Gültekin Ağabey, ‘Ya Hasan, zor senin işin burada.’ dedi.
Ne demek istediğini anladım.
Ortaklıktan ayrıldım.
Erkek giyim mağazası açtım.
Adını da “Libas” koyduk.
Her cuma Bornova’ya, Hocaefendi’yi dinlemeye gidiyorduk.
Dükkan iki üç gün kapalı kalıyordu. Konu-komşu ‘Bunlar kafayı yemiş.’ diyordu.
İzmir’e varıncaya kadar Hocaefendi’yi dinliyorduk.
Dönerken yine aynı.
Arabanın içinde kendimizden geçiyorduk.
Ege’nin cami kürsülerinden kopan sesler, birçok kola ayrılan coşkun bir nehre dönüşüyor, ovalar, obalar, bozkırlar o billur sularla yeşeriyordu.
Hüseyin Tulpar Hoca’mın başkanlığında Antalya Rasanet Vakfı’nı kurduk.
Doğu Garajı’nda hayırsever insan Halil Yuva‘ya ait bir binayı kiralayarak yurt haline getirdik.
İşte tam da o günlerde elinde çanta ile bir genç dükkâna girdi.
‘Ben Harun, Harun Tokak! Yeni bir yurt açmışsınız. Ben onun için geldim.’ dedi.
O günden sonra Rasanet Yurdu artık Antalya Hizmetinin kalbi oldu. Akşam üzeri iş yerinden çıkar çıkmaz doğru yurda gidiyor, çocuk cıvıltıları arasında akşam ve yatsı namazlarını kılıyorduk. Bazı geceler yurtta nöbetçi kalıyorduk. Çocukların üzerlerini örtüyor, sabah namazına kaldırıyorduk.
Derken 1980 darbesi oldu. Zor günler başladı. Hocaefendi aranıyordu. Bir gün kapının zili çaldı. Baktım Hocaefendi. Dünyalar benim oldu. Günlerce birlikte kaldık. Hüzzam makamlarla okuduğu Kur’anlarla arkasında kıldığım o baş başa namazların, dinlediğim sohbetlerin saadetini hala yüreğimde hissederim. Rüyalarımda uçmadığım gece yok gibiydi. Sanki kendimden geçiyor, berrak bembeyaz bulutların üzerinde uçuyordum.
O günler güzel günlerdi.”
Gece bir hayli ilerlemişti. Yüreği erguvanlar kadar sıcak, portakal çiçeği kadar yumuşak Libas’tan ayrılma vakti gelmişti.
Orasından, burasından unutulmaya yüz tutmuş geçmişteki güzel günleri bir kere daha hatırlamak bilhassa bana ve Hüseyin Kara Hoca’mıza çok iyi gelmişti.
Bizi, biz yapanın geçmiş olduğunu bir kez daha anlamış olduk.
Anılar, gecenin dudaklarında donduğunda, portakal çiçekleri hala büyülü bir gecenin zülüflerinde sanki baygın baygın nefes alıp veriyordu.
O eski güzel günler bütün sevgisiyle gelip içimize oturmuştu. Yine ayrılık vaktiydi.
Ah ayrılık!
Sadece türkülerde güzelsin sen.
O kadar!
Yıllar önce tabelasında “Libas” yazan o mütevazı dükkânda yaptığımız o ilk sohbetin her daim terütaze kalacak Antalya hatıralarının önsözünün, gurbetteki son görüşmemizin de onun hayat hikayesinin son sözü olacağını nerden bilebilirdim ki!
Ona has ‘Libas’ adını bir madalya gibi üzerinde taşıyan Hasan Ağabey yok artık. Hüseyin Kara Hoca’mızın kara haberi ile bir anda dünyamız karardı. Sanki dünyanın bütün ışıkları bir anda söndü. Sular hiç bu kadar yüksekten düşmemişti. Acı acı çalan telefonları her açtığımda dostlar mendil tutmaca ağlıyordu. Çok az insan onun kadar sevilmiştir. Kendisinden incinen hiçbir insan duymadım.
Davamızın nice güzel insanlarını gurbet diyarlarında bir bir kaybediyoruz. Vatanlarından uzak, sevdiklerinden uzak bir tohum gibi düşüyorlar gurbet topraklarına. Hiç olmadığı kadar yıldız kaymalarına sahne oluyor lacivert gurbet geceleri. Ölümü hiç bu kadar yakın hissetmemiştim.
Antalya güzel insanlar ülkesiydi ama Hasan Ağabey çok ama çok özel bir insandı.
Ortak bir dostumuz, çalışma masasının fotoğrafını göndermiş. Sandalye, sanki biraz sonra gelip de yine oturuverecekmiş gibi sahibini bekliyor.
Açık bir halde duran Kuran-ı Kerim’in üzerinde gözlüğü duruyor.
Risale-i Nurlar sıra sıra dizili…
Bir de Suya Düşen Kan…
Sen bizim yüreğimize ateş düşürdün can ağabey.
En sıkıntılı zamanlarda Hocamıza evinin kapılarını açtığın için Eba Eyyub El Ensari karşılasın seni!
Biz senden hiç incinmedik. Çok güzel bir günde çıktığın bu yolculukta, yolların da seni incitmemesini Yolun Yüce Sahibi’nden dileriz!