Sahabe efendilerimiz (radıyallahu anhüm) Tevrat, İncil ve Kur’ân ayetlerinde ve Allah Rasûlü’nün beyanlarında hep methedilip, senâ edilmektedirler. Yedinci Lem’a, Ondokuzuncu Mektup’ta ve diğer risalelerde bunlarla ilgili çok örnekler verilmektedir.
Sahabeyi anlamak ve onlara yapılan saldırılar
Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN | Samanyoluhaber
Üstad Hazretleri Yirmi Yedinci Söz’ün Zeylinde “Sahabeler hakkındadır” başlıklı risalede, enbiyâdan sonra insanların en faziletlilerinin sahabeler olduğu hususunda Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat’in ittifak ettiğini, Fetih sûresinin son ayetinde detaylı bir şekilde Allah (celle celâluhu) tarafından vasıflarının nazara verildiğini, Tevrat ve İncil ve Kur’ân’ın medh ü senâsına mazhar olduklarını ve bu yüzden sahabelere, umumi fazilet noktasında yetişilemeyeceğini ifade etmektedirler.
Sahabe efendilerimiz (radıyallahu anhüm) Tevrat, İncil ve Kur’ân ayetlerinde ve Allah Rasûlü’nün beyanlarında hep methedilip, senâ edilmektedirler. Yedinci Lem’a, Ondokuzuncu Mektup’ta ve diğer risalelerde bunlarla ilgili çok örnekler verilmektedir.
Sahabelere (radıyallahu anhüm) neden yetişilemez…
Aynı eserde, sahabelere (radıyallahu anhüm) neden yetişilemeyeceği ile ilgili üç sebep anlatılmaktadır.
Birinci sebep olarak, sohbet-i nebeviye gibi bir iksire bir dakikada mazhar olan bir zâtın, sohbetteki insibağ ve in’ikâs sayesinde, senelerle seyr-u sülûke mukabil, hakikatin envârına mazhar olabilmesi, o İn’ikâs ve tebaiyetle, o Nur-u Âzam-ı Nübüvvet’le beraber en azîm bir mertebeye çıkmasından dolayı en büyük velilerin dahi sahabe derecesine çıkamadıkları ifade edilmektedir.
Sahabeler (radıyallahu anhüm), iman esaslarından bir rükün olan peygamberlere iman hakikatinin en parlak temsilcisi olan Zât’la, Allah Rasûlü’yle (aleyhi ekmelüttahâyâ) beraber oturup kalkıyorlardı. Peygamberlik hakikatına ait hususları bizzat müşahede etmenin yanısıra, o nübüvvet sofrasına gelen nimetlerden doğrudan istifade etme imkânı buluyorlardı.
Bu sofranın sahibi olan Zât (aleyhissalâtü vesselâm) ise, Allah’ın (celle celâluhu) isimleri en a’zam derecede kendisinde tecelli eden ve kendi beyanında “Beni Rabbim terbiye etti; terbiyemi ne de güzel yaptı!..” şeklinde ve ashâbı tarafından “O’nun ahlâkı Kur’an ahlakıdır” sözleriyle tavsif edilen bir Zât idi.
Secdesi Kur’an’da “O, secde edenler arasında secdede kıvrım kıvrım kıvrandığını görüyor.” (Şuarâ, 26/219) ile ve O’na (aleyhissalâtü vesselâm) aşıkların beyanlarında “Başını Rabbi’nin huzurunda yere koyduğunda, Onda Allah tecelli eder” ile anlatılan ve namaza durduğunda içinde boyundurukların döndüğüne şahit oldukları bir Zât-ı (aleyhi ekmelüttahâyâ) görüyor ve arkasında saf bağlıyorlardı.
Onlar (radıyallahu anhüm), kimi zaman vahyin gelişine şahitlik ederlerken, kimi zaman da Hz. Dıhyetü'l-Kelbî (radıyallahu anh) suretinde veya hiç tanımadıkları bir zât suretinde gelip, Hz. Peygamber (aleyhi ekmelüttahâyâ) ile görüşen Hz. Cebrail’i (aleyhisselam) müşahede ediyorlardı.
İman hakikatlerini bazen ilmel yakin, bazen aynel yakin ve bazen de hakkalyakin derecesinde bilme, görme ve yaşama imkânına sahip oluyorlardı.
İşte, böyle bir ortam ve atmosferde, O’nun (aleyhissalâtü vesselâm) boyası ile boyanıyor (insibağ )ve O’na (aleyhissalâtü vesselâm) gelen nurlar sağanağına maruz kalıp, onunla nefes alıp veriyorlardı (in’ikâs). İşte, bu insibağ ve in’ikâs sayesinde, bütün latifeleri bundan istifade ediyor ve öyle bir inkişaf gerçekleşiyordu ki, bir dakikadaki bu mazhariyetin kazandırdığına, başkaları belki ancak senelerce yapılacak bir seyr-i sülük ile ulaşabilirlerdi.
Aynı eserde, Sohbet-i Nebeviye’nin ne kadar nûrani bir iksir olduğu ise misallerle şöyle delillendirilmektedir: “Bir bedevî adam, kızını sağ olarak defnedecek derecede bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu hâlde, gelip bir saat sohbet-i nebeviyeye müşerref olur; daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahîmâneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin (medeni) kavimlere muallim-i hakâik ve rehber-i kemâlât olurdu.”
Bu hususu tam görmek için, sahabelerin (radıyallahu anhüm) İslam’dan evvel ve sonraki hallerini kıyaslamak gerekir ki, yüzlerce örneğini Asr-ı Saadet’te bulmak mümkündür.
Sahabeler (radıyallahu anhüm), iradeleriyle ve bilerek, kötülük ve yalana asla tenezzül etmemişlerdir…
İkinci sebep ise şöyle ifade edilmektedir: “Sahabeler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, kemalât-ı insâniyenin en âlâ derecesindedirler. Çünkü; o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmî’de hayır ve hak, bütün güzelliğiyle; şer ve bâtıl, bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb (yalan) ve sıdk mabeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki cehennem ve cennet kadar beynleri (araları) uzaklaştı.
Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve numûnesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahata meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla, kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve numûnesi olan Habîbullah (aleyhissalâtü vesselâm)’ın âlâ-yı illiyyîn-i kemalâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet ve himmetleriyle, o tarafa koşmak muktezayı seciyeleridir.”
O dönemde, hayır ve hak, bütün güzelliğiyle; şer ve bâtıl, bütün çirkinliğiyle görülmüş, manen ve maddeten hissedilmiş, şer ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk arasında öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve îmân kadar, belki cehennem ve cennet kadar araları uzaklaştığından, fıtratları çok temiz olan ve yüksek ahlâka aşk derecesinde tutkun olan, izzet sahibi sahabeler (radıyallahu anhüm) iradeleriyle ve bilerek yalana ve kötülüklere asla ellerini uzatmamışlardır.
Hadiste ferman buyurulan “Üç şey vardır ki, kimde bulunursa, o, imanın o engin, o derin, o doyulmaz tadını tatmış demektir.” beyanındaki üç husustan birisi “Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek.” hakikatidir. Sahabeler (radıyallahu anhüm) zirve seviyede iman sahibi oldukları için, yalan söylemek veya kötülüklere bulaşmak onlar için ateşe atılmaktan farksızdı. Onlar için böyle çirkin şeyler, maddi ve manevi hayatlarına son verecek öldürücü bir zehir içmekle aynı anlama gelirdi. (Beşer fıtratının bir realitesi olan günah işlemek konusu ise inşaAllah başka bir yazıda ele alınacaktır.)
Bugün için, bu mesafe tamamen kapandığından, günümüzdeki insanlar, kendileriyle kıyaslama hatasına da düştükleri için, sahabelerin (radıyallahu anhüm) hepsinin böyle bir seviyeye ulaşmalarını anlamakta güçlük çekmektedirler.
Bu hususa aynı eserde şöyle işaret edilmektedir: “Hâlbuki o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala, omuz-omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propagandayı siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?”
Toplumdaki umumi ahlak bozulmuş, siyasi propagandalar sebebiyle yalan meşru hale getirilmiş, yalanın müthiş çirkinliği ve doğruluğun parlak güzelliği görülemez hale gelmiş olduğundan dolayı, günümüzdeki insanlar sahabelerin (radıyallahu anhüm) doğruluk ve hak adına ortaya koydukları harikulade performanslarını, bu uğurda maddi ve manevi her türlü fedakarlığı göze almalarını anlamakta çok zorluklar yaşamaktadırlar.
İnşaAllah bir sonraki yazıda devam edelim.