Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Hocaefendi'nin hayatını anlattığı yazı dizisi "Aşık-ı sâdık Fethullah Gülen Hocaefendi' serisinin 38'inci bölümünü yayımlıyoruz.
Hizmet’in yurt dışına atılan ilk adımları
TARIK BURAK
“Size tavsiyem olsun. Fethullah Hoca’yı yakından takip edin. Yaptığı faaliyetler, yurt dışında açılmasını sağladığı okullar Türkiye’nin geleceği için çok önemli.” 8'inci Cumhurbaşkanı Turgut Özal
YENİ ÜMİT DERGİSİNDE BAŞYAZILARA BAŞLAMASI
Hocaefendi, ilk sayısı 1 Temmuz 1988 yılında çıkan ve üç aylık periyotlarla yayın hayatına devam eden Yeni Ümit Dergisi'nde başyazılar yazmaya başladı. Bu dergide yazdığı ilk başyazı "Yeni Ümit'in Mütevazı İkliminde" adını taşıyordu.
Şehitlerin Şahı Mehmet Özyurt (1945-1988)
Mehmet Özyurt, 1976 yılında Bornova'daki Büyük Cami'ye imam olarak tayin edildikten sonra Hocaefendi ile tanıştı. Vefat edinceye kadar kahramanca hizmet etti.
1988 yılında Mehmet Özyurt Hoca ve arkadaşları Gaziantep ve Urfa'da bazı eğitim müesseselerinin açılışı dolayısıyla bu illere gitmişlerdi. 17 Eylül 1988 Cumartesi akşamı Urfa'da Bayram Acar, Hasbi Şahin ve Memduh Hoca'yla birlikteydiler. O akşam sohbette, günümüzde, günahların insanı her taraftan sardığından, ihlas ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert yanılır.
Bayram Acar, "Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi." der. "Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki!" denilince, Mehmet Hoca'nın verdiği cevap şu olur: 'Ancak yanar kül olursak cennete gireriz.’
Mehmet Özyurt Hoca, Urfa'dan Gaziantep'e giderken bir tankerin arabalarına çarpmasıyla 18 Eylül 1988 günü yanarak şehit oldu. Bir hizmetten diğerine koşarken yanındaki üç güzel insanla, Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Diyarbakır'lı bir müteahhitle beraber Allah'a yürüdü.
Hocaefendi bu üzücü hadiseyi şöyle yorumluyor:
Merhum Mehmet Özyurt'un uçup gidişinin ardından çok ağladım. Efendimizin Hazreti Hamza'ya ya da Hazreti Cafer'e ağladığı gibi ağladım. O kadar ki, ağlamaktan gözümde yaş kalmadı, desem sezâdır. Onun firkatinin ağırlığından belim kırıldı zannettim, çok acı çektim. Yanılmıyorsam, bir hafta sonraydı; rüyama misafir oldu. Rüyada, onun öbür âlemden geldiğinin farkındaydım. "Seni çok özlüyorum; arasıra ziyaret etsen olmaz mı?" dedim. "Tamam, yine gelirim" deyip ayrıldı. Aynı gün, belki de aynı anda yakaza halinde kendi evine de gitmiş, ailesini de ziyaret etmişti. Kısa bir süre sonra da, söz verdiği gibi yine rüyama misafir olmuş, hasretime su serpmişti. Belli ki, o büyük bir mertebenin insanıydı; Allah nezdinde bir hususiyeti vardı. O bizim bildiğimiz usullerle değil, fakat başka bir yolla "bekabillah maallah" ufkuna ulaşmıştı.”
Fethullah Gülen Hocaefendi, bu dönemde İstanbul başta olmak üzere üç yıl Türkiye'de cami cami dolaşıp fedakâr Türk insanının ufkunu dünyaya açacak vaaz ve sohbetler yaptı.
Seri vaazlarına 13 Ocak 1989 günü İstanbul Üsküdar’da Valide Sultan Camii’nde yeniden başladı. Bundan önce en son 6 Nisan 1986’da Çamlıca Camii'n açılışında Miraç Kandili dolayısıyla vaaz vermişti. 16 Mart 1990 tarihine kadar tam 62 hafta süren bu cuma vaazlarında Hocaefendi, Peygamber Efendimiz’in (sav) hayatını anlattı.
Aynı dönemde pazar günleri İstanbul’daki Süleymaniye, Fatih, Sultanahmet gibi büyük camilerde, İzmir’deki Hisar ve Şadırvan camilerinde, Ankara Kocatepe Camii’nde ve Erzurum’da 43 ayrı vaaz verdi.
MAĞDUR VE MAZLUM MİLLETLER
1989 yılının Kasım ayında yapılan bir futbol maçı, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Balkanlar’da da Türk okullarının açılma sürecini başlattı.
Gazeteci Halit Esendir, 15 Kasım 1989’da Kırım’da oynanacak Türkiye-Rusya milli futbol takımlarının maçını izlemek üzere Kırım’a gidecekti. Esendir, 1972’de Edremit’te henüz lise üçüncü sınıf öğrencisi iken Hocaefendi’yi tanımış ve daha sonra Ege Üniversitesi’nden mezun olmuştu.
1989 itibariyle İstanbul’da Zaman gazetesinde yöneticilik yapan Esendir, Türkiye-Rusya milli maçını izlemek üzere Gürcistan üzerinden Kırım’a yapacağı otobüs yolculuğu öncesinde İstanbul’da Hocaefendi’yi ziyaret etti. Bu dönemde hafif hafif çözülmeler başlasa da bütün Türk Cumhuriyetleri Sovyetler’e bağlıydı.
Halit Esendir, “Gürcistan üzerinden Kırım’a gideceğim.” deyince Hocaefendi heyecanlandı. Bir gazetecinin bu ülkelerde yerinde yapacağı gözlemler, Türk insanının bu kardeş ülkeler için yapabileceği hizmetlerin tespitine yardımcı olabilirdi.
Hocaefendi, Orta Asya’da uzun yıllar Sovyet rejimi altında kalan mağdur ve mazlum milletlerin dini yaşantılarını merak ediyordu.
Esendir, çıktığı bu seyahatte Hocaefendi’nin arzusu doğrultusunda Gürcistan’da ve Kırım’da halkın içine karışarak onların Türkiye’yle ilgili düşüncelerini aldı. Ortaya çıkan tablo şuydu. Bu insanlarda muazzam bir Türkiye hasreti vardı.
Halkın dini değerleri 70 yıllık Sovyet rejimi altında yok olmuştu. Camilerin kapısı kilitliydi. Ama dine yapılan bütün saldırılara rağmen gönüllerde o sevgiyi yok edememişlerdi.
Kırım Akmescit’te tezgâhta çerez satan yaşlı bir kadına Türkiye’den geldiğini belirtip Kur’an-ı Kerim hediye edince yaşlı kadının tepkisi şöyle olmuştu: “Sen bana Türkiye’den Kur’an getirdin ya al bu tezgâh senin olsun.” Daha da önemlisi bu kadın, hemen arkasında duran 17 yaşlarındaki kız torunu Ayşe’yi göstererek, “Sana bunun için bu torunumu bile verirdim.” demişti.
Adı Asiye olan bu yaşlı kadın, 19 yaşında Kırım’dan Ural dağları civarına sürülenler arasındaydı ve 45 yıl sonra Kırım’a geri gelmişti.
Halit Esendir’in döndükten sonra bu manzarayı Hocaefendi’ye anlatması onu derinden yaraladı. Hocaefendi, İstanbul’daki vaazlarında Orta Asya’daki bu durumu anlattı ve: “Gidin ve bu kardeşlerinize yardım edin.” diyerek adeta bir seferberlik başlattı.
Fakat, Hocaefendi bu çağrıyı yaptığında Türk Cumhuriyetleri henüz bağımsızlıklarına kavuşmuş değildi ve tehlikelerle karşılaşma ihtimali çok büyüktü. Ama o zor günlerinde onlara yardım elini uzatmak bambaşka bir yiğitlikti… Vefanın gereğiydi, insanlık vazifesiydi. Gerçek dost bugünlerde belli olurdu.
"BU ÜLKELERE GİDİN OKUL AÇIN"
Fethullah Gülen Hocaefendi, 19 Kasım 1989 tarihinde İstanbul Süleymaniye Camii’nde verdiği “Marifet insanı” konulu vaazda Türk halkını Orta Asya ülkelerine her türlü yardımı yapmaya, hatta bu ülkelere hicret etmeye çağırdı. Fakat, yetmiş yıl komünizmin paletleri altında ezilip preslenen bu coğrafyada iş yapmak neredeyse imkansızdı.
Kaos, keşmekeşlik ve korku bütün şiddetiyle ortalığı kavuruyordu. Bundan çok muzdarip olan bir iş adamı bir gün Hocaefendi’ye gelerek şu şikâyette bulunmuştu:
“Bize ısrarla ‘Bu ülkelerde okul açın.’ diyorsunuz. Ama bu ülkelerde devlet yok, düzen yok, muhatap yok. Biz kiminle okul açacağız?”
Daha işin başında ortaya çıkan bu ümitsizliğe ve yılgınlığa üzülmüş, asla karamsarlığa düşmeyen ruh dünyasıyla şöyle cevap vermişti Hocaefendi:
“Yıkılmış, paramparça olmuş bir enkazın devleti mi olur? Orada muhatap mı olur? Gidersiniz, okulunuzu açarsınız. Ondan sonra orada devlet kurulur, muhatapları gelir. Okulunuzun yamacına geçerler, hangi kanuna, hangi tüzüğe, hangi yönetmeliğe göre çalışacağını kendileri tespit ederler. Sizin kurduğunuz okul da devam eder.”
Hocaefendi’nin bu kararlı ve ümitli duruşu Anadolu insanının heyecanını artırdı. Bozguncuların, fesat ve süfyan şebekesinin tahribatına karşı tamir yolunu tutup can siperane mücadele vermek elbette kolay olmayacaktı. Büyük bir fedakârlık gerekliydi.
Yetmiş yıllık komünizmin çizmeleri altında ezilip horlanan ve hala o kanlı sistemin kendisinden sonra da devam eden çok yönlü hastalıklarından kurtulamayan bu mazlum ülkelerde hizmet etmek elbette çok zordu.
Türkiye'nin, diğer taraftan Türk dünyasının ve tüm dünyanın huzurlu geleceğini inşa edecek niteliğe sahip ve Türk milletinin, özellikle de Anadolu insanının hayır duygusunu taşıyan bu kutsal hizmetleri yapmak için anadan da yardan da serden de geçmek gerekiyordu.
Diğer yandan, hem fedakârlık yapacak hem de matematik ve fen derslerini İngilizce anlatacak bu kadar öğretmen nasıl bulunacaktı?
Ve bu mazlum ve mağdur ülkelerde ilk Türk okullarının açılması için harekete geçildiğinde Türkiye’nin henüz bu ülkelerde büyükelçilikleri bile yoktu.
SEVGİ KÖPRÜLERİNİN İLK TEMELİ
Ankara, İstanbul ve İzmir’den on kişilik bir iş adamı grubu, gazeteci Halit Esendir’in rehberliğinde 10 Ocak 1990 günü İstanbul’dan yola çıkıp ertesi gün Trabzon’a ulaştı. İstikametleri Gürcistan ve Azerbaycan’dı. 11 Ocak 1990 günü ilk durakları Gürcistan’ın başkenti Batum’a ulaştılar.
Türkiye’den ilk defa bu şekilde bir grup insan, Türk Cumhuriyetleri’ne gidiyordu. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’ye kadar gittiler. Bu oldukça tehlikeli bir ortamda oluyordu. Azeriler ve Ermeniler arasında savaş kopmak üzereydi. Nitekim, ekibin 18 Ocak günü Türkiye’ye dönmelerinden iki gün sonra savaş patlak verdi ve Rus askerleri Azerbaycan’a girdi.
İlk defa böyle bir seyahat düzenleyen grubun dönüşte anlattıkları Hocaefendi’yi derinden yaraladı ve yatağa düşürdü. 28 Ocak 1990 günü İzmir’de Şadırvan Camii’ndeki vaaza iğneyle çıkmak zorunda kaldı. Azerbaycan’ın işgali karşısında duyduğu ızdırabı; yeryüzünde zulüm ve işkence altında inleyen dindaş ve soydaşlarımız için bir şey yapamamanın hüznünü anlatırken Hocaefendi kürsüde baygınlık geçirdi.
Samimi Hizmet insanları, bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş bu kardeş ülkelerin mahrumiyet içindeki halklarına yardım götürebilmek için seferber oldular.
Yine Halit Esendir’in rehberliğinde bu sefer 37 kişilik bir grup Özbekistan da dahil olmak üzere 28 Mayıs 1990 günü mağdur ve mazlum insanlara bir nefes olmak için yollara düştü. Tehlikeli, meşakkatli, uzun ve sıkıntılı bir yolculuktu bu.
Tehlikeliydi ama bu samimi gayretlerle o gün toprağa atılan tohumlar birkaç yıl içinde yeşerecek hatta bir anda meyveye dahi duracaktı.
ORTA ASYA'NIN KURAK ÇÖLLERİNDE HACI KEMAL ERİMEZ
Hacı Kemal Erimez, “Eğitim, ille eğitim" diyen Hocaefendi’nin gözyaşlarından etkilenip bilmediği, tanımadığı Orta Asya'ya koştu.
Orta Asya'da henüz bir Türk okulu dahi yok iken gidip oradaki devlet erkanıyla görüşerek okulların açılması için protokoller, anlaşmalar imzalayarak, bu büyük hizmetin ata yurdunda yeşermesine zemin hazırladı.
Çoğu insan, bu beyaz sakallı ihtiyarın niçin Orta Asya steplerinde canhıraş koşturduğunu belki anlamadı. Fakat, o ne yaptığını biliyordu.
O kısa zamanda ata yurdunun "Hacı Ata”sı oldu. Tacikistan'daki iç savaşa aldırmaksızın mermilerin arasında korkmadan koşuşturdu ve Tacikistanlılara teknolojinin son harikalarıyla donatılmış altı tane modern okul açarak bütün finansını da karşıladı.
TÜRKİYE'DE SİYASİ İSTİKRARSIZLIK DÖNEMİNE DOĞRU (1990)
1990’lı yılların başından itibaren, hem siyasette hem de toplumda keskin ayrışmalar başladı. Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçilerek Çankaya Köşkü’ne çıkmasıyla birlikte iktidar partisi ANAP’ta, liberaller-mukaddesatçılar ayrışması yaşandı.
Meydana gelen bazı faili meçhul cinayetlerin de etkisiyle toplumdaki laik-antilaik ayrışması giderek sertleşti. Özal, o atmosferde partiyi liberal bir isim olan Mesut Yılmaz’a emanet etmeyi uygun buldu. Bunun etkisiyle devlette muhafazakâr ve dindar bilinen bazı kadrolar tasfiye edildi.
Bu durum, iktidar partisindeki bölünmeyi âdeta tetikledi. Türkiye kaçınılmaz olarak yeniden 1980 öncesindeki koalisyonlar ve siyasi istikrarsızlıklar dönemine doğru adım adım ilerliyordu.
OKULLAR: TÜRKİYE'NİN GELECEĞİ
1990’ların başında, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki bir geziden dönen gazeteciler izlenimlerini Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a aktarmak için Çankaya köşküne çıktılar. Gazetecileri dinledikten sonra Özal, onlara şu tavsiyede bulundu: “Size tavsiyem olsun. Fethullah Hoca’yı yakından takip edin. Yaptığı faaliyetler, yurt dışında açılmasını sağladığı okullar Türkiye’nin geleceği için çok önemli.”
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI
1990 yılı eylül ayında, ABD’nin dünya çapında üne sahip birkaç üniversitesinden biri olan Princeton Üniversitesi’nde Yakın Doğu Araştırmaları Bölümü Profesörü olan Bernard Lewis, Amerikan Atlantic Montly dergisinde, “Müslüman Öfkesinin Kökleri” başlığını taşıyan yazısıyla “medeniyetler çatışması” tezini ilk kez ortaya attı.
Lewis, yazısında şu fikirlerini öne sürüyordu: “Müslümanlar; bizim Yahudi-Hristiyan mirasımıza, seküler değerlerimize ve bunların dünya ölçeğinde yayılmasına tarihi nitelikte bir reaksiyon göstermeye devam etmektedir.”
Bernard Lewis’e göre, Batılı değerleri temsil eden Amerika, İslam dünyasında Vietnam ya da Küba benzeri bir olay yaşamamıştı, ama Batı’nın gözünde İslam giderek “terörist üreten bir çatışma dini” haline geliyordu. Böyle bir dinin ürettiği Müslüman tipi ise kavgacı ve intihar komandosu olmaya elverişli kişilerdi.
Doğal olarak bu Müslüman imajından Türkiye ve Türkler de nasibini alıyordu. Batılı ülkelerdeki Türklere “Sizin diliniz Arapça mı, kaç kadınla evlisiniz?” diye sorulması boşuna değildi. Türkiye’de Türk Müslümanlığı olarak nitelendirilen ve Ortadoğu ülkelerinden çok farklı bir İslam anlayışı olduğu Batıda yeterince bilinmiyordu.
“BİR FİKRE FİKİRLE CEVAP VERMEK GEREKİR”
Bu yıllarda, Hocaefendi aleyhinde yazılar yazan birisi hakkında Hocaefendi’nin avukatı Feti Ün’e, bir haber ulaşmıştı. Bunu öğrenen Hocaefendi, bu tür haberlerin ne amaçla olursa olsun muhatabına karşı kullanılmasını istemedi.
Hocaefendi, “Bir fikre fikirle cevap vermek gerekir. Bir insanın şahsi hallerini ve zaaflarını kullanmak doğru değildir.” dedi.
Fethullah Gülen Hocaefendi’ye göre iyi insan, yolu cehenneme bile düşse, burada cehennem zebanileriyle dahi sohbet etmesini bilen insandır.
İyi insan kobrayı dans ettirebilir, yeter ki nağmesini bulsun. Akrebe sözünü dinletebilir, yeter ki söyleyiş tarzı bozuk olmasın. Nitekim, televizyondaki bir belgeselde, bilim adamları akreplerin ses aldıkları dalga boyundan etrafa ses yayınca, taşların arasından sıyrılan akrepler kuyruklarını dikip dans etmeye başlamıştı.
Önüne geleni sokan, başkalarına zarar verme huyu taşıyan öyle insanlar vardır ki, bunlar eğer çıyanlar ve fareler âlemine konulsalar, bu âlemlerin kralı bile olurlar. Bunlar, koskocaman yeryüzünde bile öfke ve nefretlerini gömecek mezar bulamazlar. Bunlar bir gül tarlasına girseler ve gül yapraklarının üzerindeki laleleri görseler, burunlarına üfül üfül gül kokuları gelse, ellerine batan bir dikenden dolayı “yıkılsın gül tarlası” diyebilirler.
Devam edecek…