''12 Eylül 1980 ihtilalinden sonrasında bizim Akyazılı Vakfına durmadan baskınlar yapılıyordu. Sonradan anladık ki, ismine takılmışlar...''
AKSAKALLILARIN BİRİKİM VE AKILLARI
Okyanus ortasında çok eski bir ada halkının gençleri, istedikleri gibi rahat yaşayabilmek için adanın bütün ihtiyarlarını, bir ihtilalde mezara yollamışlar. Yalnız bir genç kız, aksaçlı, aksakallı babasına kıyamamış. Onu bir bodruma saklamış. Derken, adaya yabancı bir donanma gelmiş. İçinden çıkan kuvvetler, dünyada başka insan, başka vatan yok zanneden ada çocuklarını, üstün silahları ile esir etmişler. Gelenler, üstelik adaya medeniyet getirdiklerine inanıyorlarmış. Bu genç insanlar adasına da medeniyet ve hürriyet fikrini yaymaya başlamışlar; gençlere farkında olmadan, bu iki mefhumu aşılamışlar. Bunları az-çok kavrayan gençler, bir gün amiralin huzuruna çıkmışlar; “Madem bu kadar hürriyet aşıkısınız, bize hem adanızı, hem de hürriyetimizi iâde ediniz.” demişler. Amiral; “Olur.’ demiş, gidelim. Fakat gemilerimizin zincirleri çürüdü. Sizin adanızda çok kum var. Bize KUM’dan ZİNCİR’ler yapın, hemen uzaklaşalım.”
Kumdan zincir olur mu?
Gençler bunu düşünmeden kumsallara koşmuşlar. Fakat bütün uğraşmaları bir netice vermemiş; kumdan zincir olmamış. Nihayet, babası sağ olan kız, bodrumdaki ihtiyara fikir danışmış. Yaşlı adam demiş ki; “Bu işin kolayı var. Yarın amirale deyin ki; ‘Emrinizi yerine getireceğiz ama biz ne de olsa, sizin gibi medenî değiliz. Kumdan zincir nasıl olur bilemiyoruz. Siz ey medeniyet öğretmenleri! Bize bir örnek olarak kumdan zincirin birkaç halkalı bir modelini gözümüzün önünde yapıp gösterin. Biz gerisini getiririz. Bu teklifle gelen gençlere amiral, “Hani demiş, adanızda hiç yaşlı adam yoktu? Bu teklifi ancak, yaşlı ve tecrübeli adam akıl edebilir…
Bu husus, bir yandan da aksakal, akıllı ve tecrübeli bir yaşlının varlığını açığa vurmuş; öte yandan adayı işgalcilerden kurtarmış… ,
Hadis-i şerifte: “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız ve emzikli çocuklarınız olmasa idi belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti.” (Taberanî) buyruluyor. Onlar bereket vesilesi ve belâların def ve ref olmasının en mühim sebebidir. Yukarıda da anlatıldığı üzere onlar, hem birikim sahibi hem de rehberlik yapacak kimselerdir. Onun için biz Müslümanlar onları bir nimet ve bir hazine olarak görürüz. Ayrıca onlara hizmet etmek ve onların rızasını almak âhiret hayatımızın saadetine de vesiledirler.
Onun için, “Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, ‘Öff!’ bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle. Şefkatle, tevazu ile onlara kol kanat ger ve şöyle dua et: ‘Ya Rabbi, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, ona mükâfat olarak sen de onlara merhamet buyur.” (İsrâ Suresi, 17/23-25)
* * *
Aziz Nesin vefat ettiği zaman M. Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbet sırasında, “Onun aleyhinde bir şeyler yazılmasa… Acaba biz, Aziz Nesine ait vazifemizi yerine getirebildik mi? Onun seviyesinde, onun kabulleneceği yetenek ve eğitimde adamlarımızı yetiştirip karşılıklı sohbet ettirebildik mi? Sorularına cevap verebildik mi? Onu tatmin edecek entelektüellerimizle yanına sokulabildik mi? Böyle bir hizmeti yapmadığımıza göre Aziz Nesin aleyhine yazı yazacağımıza biz, yarın huzur-u İlâhide acaba bunun hesabını verebilir miyiz, diye kendimizi hesaba çekmemiz gerekir. Ben çok istediğim halde görüşemedim, bundan dolayı da üzülüyorum.” demişti.
Ben de vefatından birkaç sene önce kendisiyle yapılmış bir röportajda okumuştum. Diyordu ki, “Sultan Ahmet ve Süleymaniye gibi mabedleri seyretmeye bayılıyorum!” Bu sözün sadece bir mimari eser oldukları için söylendiğini zannetmiyorum. Kalb ve vicdanının derinliklerinde daha başka güzelliklerle alâkası olması gerekiyor.
* * *
Avukat Reşat Suudi Saruhan, bir ara Zaman gazetesine ziyarete geldiler. Günaydın gazetesinin, yeğenlerinden Mehmet Saruhan tarafından satın alındığını söyledi. Tanışmak için beraberce ziyaretlerine gitmeye karar verdik. Günaydın gazetesi binasına vardık. Mehmet Saruhan İngiltere’ye gittiği için onunla görüşemedik. Ağabeyi Genel Müdür Ahmet Saruhan vardı, onunla tanıştık. Hemen sol tarafında mezarlık görünüyordu. “Her gün Fatiha okuyorum ve ölümü hatırlıyorum” dedi. Reşat Suudî Ağabey, “Allah’ın işine bakın ki, bir zamanlar, Günaydın Gazetesi Mehmet Saruhan’a iftiralar atıyordu, durmadan aleyhinde haberler yapıyordu. Şimdi Mehmet bu gazetenin patronu oldu… Benim de bir hatıram var. MSP’den milletvekili olunca bana Anayasa Mahkemesi Grup Başkanlığı teklif ettiler. Ben kabul etmedim. Tavrım belli idi. Senelerdir dindarları mahkum eden bir Anayasa’nın ben zaten temeline küskündüm. Sonra Abdüllatif Şener geldi. ‘Ağabey, niye kabul etmiyorsun? Ha sen grup başkanı olmuşsun, ha Bediüzzaman Hazretleri!..’ dedi. Ben, ‘Hiç böyle düşünmemiştim’ dedim ve kabul ettim.” dedi.
* * *
12 Eylül 1980 ihtilalinden sonrasında bizim Akyazılı Vakfına durmadan baskınlar yapılıyordu. Sonradan anladık ki, ismine takılmışlar. Çünkü İstiklal Harbi sırasında “Akyazılı isyanları” olmuş. Acaba bu isim bu vakfa bunun için mi verilmiş, diye düşmanlık yapıyorlarmış. Kendilerine bu ismin, Nefi Akyazılı’dan dolayı verildiği anlatılınca, vazgeçtiler. Nefi Bey, kolej mezunu bir zengindi. Ama hiç evladı yoktu. Onun için mallarını mülklerini bu vakfa tahsis ettiğinden, kurulan vakfa bu isim verilmişti.
Şahit olduğu bir olayı şöyle anlatmıştı: “Meşhur Şükrü Saraçoğlu ile beraber bir yemekte bulunmuştuk. O sırada söz Peygamber Efendimize (S.A.S.) gelince, Saraçoğlu çok çirkin bir şekilde: (Hâşâ! Hâşâ!) ‘O bir sar’alı!’ demişti. Tekrar hâşâ ve kellâ diyorum. Sonra da öğrendim ki, Saraçoğlu sar’aya tutulmuş ve bu yüzden ölmüş!..”
Evet, Efendimize (S.A.S.) kim ne iftirada bulunmuşsa, mutlaka aynı şekilde cezalandırılmıştır…
Kur’an’ın Kevser Suresinin, “ebter” kelimesinin mânâsını eğer tefsirlerden bir incelersek, bunun misallerini görmüş oluruz.