"İşte Üstad Hazretleri bazı ince ve derin sırları ve hikmetleri enginliğince anlatılırken insanlar Ay’a gitmeden 40 sene önce, kendi vefatından da dokuz sene önce Ay’a gidileceğini keşfetmiş, hem de Ay’ı maddî özellikleri ile anlatmıştır.''
Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Üstad Hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci Dalında pek çok sırrın ipuçlarını vermiştir. Bilhassa, evliyanın keşiflerinin farklılığı hatta bazen gerçeğe uymayan keşiflerinin bulunmasının sebepleri… “Neden bir hakikat çok renklere giriyor?” sorusunun cevabı… Öldükten sonra dirilme konusunda geçmiş peygamberlerin Kur’an’ın yaptığı gibi tafsilat vermemelerinin sebepleri…
Ayrıca, “zühre” namıyla nakışlı bir çiçek; Ay’a aşık yani ışığını Ay’dan alan bir katre (su damlası); Güneş’e bakan safvetli (arı-duru) bir reşha (sızıntı) temsili ile Hakka gitmeye çalışan dokuz ayrı ayrı grubların özelliklerini anlatıyor. Mesela, ZÜHRE: 1-Ehl-i fikri, 2- Cismanî cihaz ve donanımlarla olgunlaşmaya çalışıp hakikate gidenleri, 3-Enaniyeti bırakmayan ve eserlere dalan ve yalnız delil getirmek suretiyle hakikate gidenleri temsil ediyor…
KATRE: 1-Ehl-i velayeti, 2-Nefsin tezkiyesiyle ve aklın kullanılmasıyla mücahede etmekle hakikate gidenler, 3-İlim ve hikmetle, akıl ve marifetle hakikatı aramaya gidenleri temsil ediyor.
REŞHA: 1-Ehl-i nübüvveti, 2- Kalbin tasfiyesiyle, iman ve teslimiyetle hakikate gidenleri (asfiyaları), 3-İman ve Kur’an ile, fakr ve ubudiyetle hakikate çabuk gidenleri (Risale-i Nur’un sâdık talebeleri gibi olanları) temsil ediyor…
Zühre, Katre ve Reşha’yı temsil eden üç kişiyi ele alıp meseleyi Üstad Hazretleri derin sırları şöyle izah ediyor.
“Ey Zühre-misal’ Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git, işte gittin. Terakki ede ede, tâ küllî bir mertebeye geldin. Güya bütün çiçekler hükmüne geçtin. Halbuki Zühre kesif (yoğun, bulanık) bir aynadır. Onda ziyanın yedi rengi çözülür ve kırılır. Güneşin aksini (yansımasını) gizler. Sen sevdiğin Güneş’in yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler, dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde suretlerin, berzahların ortaya girmesiyle meydana gelen ayrılıktan kurtulamazsın. Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin güzellikleriyle lezzet alan ve iftihar eden bakışını çekesin, gökyüzündeki Güneş’in yüzüne atasın. Hem, başaşağı rızk celbetmek için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki Güneş’e çeviresin. Çünkü, sen, onun aynasısın. Vazifen ayna olmaktır. Bilsen, bilmesen, rahmet hazinesinin kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet nasıl bir çiçek Güneş’in küçücük bir aynasıdır. Şu koca Güneş de, gök denizinde Ezel Güneşinin ‘NUR’ isminden tecelli eden bir lem’anın (parıltının) su damlasına benzer bir aynasıdır. Ey insan kalbi! Sen, nasıl bir Güneş’in aynası olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat Güneş’i gerçekte nasıl ise öyle göremezsin. O hakikatı çıplak anlamazsın. Belki, senin sıfatlarının renklerini ona bir renk, verir ve kesafetli dürbünün bir suret takar. Ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır.
“Şimdi sen dahi ey KATRE içine giren hakîm (bilge) filozof! Senin fikir katrenin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle ta AY’A KADAR TERAKKİ ETTİN, AY’A GİRDİN. Bak, AY kendisi olarak kesafetli ve karanlıktır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin çalışman beyhude, ilmin faydasız gitti. Sen ümitsizliğin karanlığından, kimsesizliğin vahşetinden ve habis ruhların rahatsızlık verip taciz etmelerinden ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki, tabiat gecesini terk edip hakikat Güneşine yönelsen ve yakinen inansan ki, şu gece nurları, gündüz Güneşinin ışıklarının gölgeleridir… Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemâlini bulursun. Fakat sen de öteki arkadaşın gibi, Güneşi sâfi göremezsin. Belki senin aklının ve felsefenin, alıştıkları ve aşina oldukları perdelerin arkasında, ilim ve felsefenin dokuduğu örtülerin ötesinde ve kabiliyetinin verdiği bir renk içinde görebilirsin.
“İşte REŞHA-MİSAL üçüncü arkadaşınız (Üstad’ın kendisi) ki, hem fakirdir, hem renksizdir. Güneşin hararetiyle çabuk buharlaşır, enâniyetini bırakır, buhara biner, havaya çıkar. İçindeki kesif madde, aşkın nârı ile ateş alır, ziya ile NUR’a döner. O ziyanın cilvelerinden gelen bir ‘şua’ya yapışır, yanaşır. Ey Reşha-misâl! Madem doğrudan doğruya Güneşe aynalık ediyorsun, sen hangi mertebede bulunursan bulun. Güneşin kendisine karşı gözle görür bir tarzda, sâfî bakılacak bir delik bir pencere bulursun. Hem o Güneşin hayret ve hayranlık veren eserlerini ona vermekte müşkilat çekmeyeceksin. Güneşe lâyık haşmetli evsâfını tereddütsüz verebilirsin. Zâtî saltanatının dehşetli eserlerini ona vermekte, hiçbir şey senin elinden tutup ondan vazgeçiremez. Seni ne berzahların darlığı, ne kabiliyetlerin kaydı (bağlaması), ne aynaların küçüklüğü seni şaşırtamaz; hakikatın tersine sevk edemez. Çünkü sen, sâfî, hâlis, doğrudan doğruya Güneşe baktığın için anlamışsındır ki, mazharlarda görünen, aynalarda müşâhede edilen Güneş değil, belki bir nevi cilveleridir, bir çeşit renkli akis ve yansımalarıdır. Gerçi o yansımalar onun isim ve unvanlarıdır. Fakat haşmetinin bütün eserlerini gösteremiyorlar.”
İşte Üstad Hazretleri bazı ince ve derin sırları ve hikmetleri enginliğince anlatılırken insanlar Ay’a gitmeden 40 sene önce, kendi vefatından da dokuz sene önce Ay’a gidileceğini keşfetmiş, hem de Ay’ı maddî özellikleri ile anlatmıştır. Bu Risale 1929’ta yazılmış, 1969’da Ay’a gidilmiştir. Herkesin bildiği gibi Üstad Hazretleri 1960’ta vefat etmiştir. Bu bakımdan Risale-i Nurların böyle pek çok özelliği içinde toplamış eserler olduğunu bilerek o şuurla dikkatlice mütalaa etmemiz gerekmektedir.