Bir insan bir ömrün kısıtlı ve “tarihi” anlamda kısa süresi içinde aynı ülkede biri diğerinin sonu demek olacak cinsten “iki devrim”e tanık olabilir mi?
Söz konusu olan insan, bizim kuşağa ait ise ve o ülke İran ise, bu kuvvetle mümkün.
Bu anlamda 1989-1991 arasına denk düşen Soğuk Savaşın Sonu yani bir devrin kapanışı, Francis Fukuyama’nın tanımıyla “Tarihin Sonu”nu ilan etmekten ziyade galiba “Tarihin Bugüne Dek Olmadık Ölçüde Hızlanması”na işaret etti.
İran’da bizim yaşam süremizin tanıklık edebileceği iki “devrim”in gerçekleşmesi ihtimali de bu anlama geliyor.
1979’da İran İslam Devrimi gerçekleştiği sırada bu olayın 1789 Fransız Devrimi ve 1917 Rus (Ekim) Devrimi kadar ‘tarihi önem”de olduğu ve “büyük devrimler ailesi”ne ait bulunduğunu sezmiştim.
İran Devrimi üzerine çok yazdım. İran’a “devrimci yılları”nda çok gittim, uzun süreler kaldım. Türkiye’de “İran İslam Devrimi’nin Güncecisi” gibisinden bir isim yaptığımda 30’lu yaşlarımın ilk yarısındaydım.
1789’dan 1917’ye “tarihin akış yönünü değiştiren” çapta büyük devrimler arasında iki buçuk yüzyıla yakın zaman geçti. 1917’den 1979’a ise yarım yüzyıldan biraz fazla bir süre.
Aradan 31 yıl geçtikten sonra, 2010’da İran İslam Devrimi’nin sonuna gelebiliriz. Bu mümkün, Tüm kavramlar, uluslararası dengeler, her şey 2010 yılında İran halkının yine ayağa kalkışı ve 30 yıl önce kendi yaptığını “iptal etmesi’ üzerine bozulabilir.
Belki de 2010 yılını, en unutulmaz ve heyecan verici yıllar arasına sokacak olan budur; İran’daki gelişmeler...
*** *** ***
Dünyanın önde gelen İran uzmanlarından, kendisi de İran asıllı olan Ray Takeyh, geçen yılın son günü Washington Post’taki yazısında “Teokratik rejimin kısa sürede yok olacağını iddia etmek için erken. İran pekala uzun bir karmaşa ve şiddet dönemine giriyor olabilir. Ne var ki son karışıklıkların hemen sonrasında şu açık: İslam Cumhuriyeti’nin ömrü ciddi biçimde kısalmış durumda” diye yazdı.
Yazısına “Son olaylar 1979’da monarşiyi deviren devrimi ürkütücü biçimde hatırlatıyor. Acımasız fakat kararsız bir adamın liderliğinde bölünmüş, gayrımeşru bir devlet” diye İran’ı tanımladığı bir cümleyle girmişti.
1979’daki Şah’ın “acımasız ve kararsız” haline benzetilen Khamenei. (İran rejiminin yapısı nedeniyle Ahmedinejad’ı hesaba alan pek yok. O, baskı rejiminin dayanağı halindeki Devrim Muhafızları ve Besic’e dayanıyor. Tümü birden Khamenei’ye ve Khamenei’yi ayakta tutan İslam Cumhuriyeti Anayasası ile kurulmuş, çoğunlukla atamayla oluşturulmuş kurumlara...)
Peki, gayet yaygın ve dirençli olduğu anlaşılan “muhalefet hareketi”nin lideri ve liderleri kim?
1979 ile 2009 farkı, tam da burada. Kitlesel katılım bakımından 1979’un “devrimcileri” ile 2009’da sokaklara taşan “İran halkı” bakımından aritmetik bir fark yok. Yani “nicelik” farkı görülmüyor.
Buna karşılık, 1979’un tartışılmaz lideri Büyük Ayetullah Humeyni iken, 2009’un halk hareketinin belirgin, etrafında buluşulan bir lideri yok. Hayır, ne Mir Hüseyin Musavi, ne Ayetullah Mehdi Karrubi ve ne de Hatemi... Hiçbiri hareketin lideri değil. Bunları da içine alıp sürükleyen bir “anonim” halk hareketi söz konusu.
Bu olgu, halk hareketinin doğrultusu, yapısı, ideolojisi, programı, hedefleri vs. bakımından pek kafa karıştırıcı.
Hareketin en büyük “zaafı” gibi görünen bu yönü, bir bakıma “en güçlü” sayılabilecek yönü; zira Devrim Muhafızları-Besic gibi güvenlik örgütlerine dayanmaktan başka bir özelliği kalmayan baskıcı-teokratik rejim tam bir çıkmazla karşı karşıya: Ne muhalefeti tatmin edebiliyor, ne de onu ortadan silebiliyor.
Nitekim, Mir Hüseyin Musavi tam da bu açmaz üzerinden harekete geçip, ne kendisinin ne de Karrubi’nin hareketi yönetmediklerini söyledi ve “Açıkça söyleyeyim ki, Karrubi ve Musavi’yi kurşuna dizmek, öldürmek ya da tutuklamak sorunu çözmez” dedi. Musavi, rejim-halk çatışmasının başladığı kanısında.
Ne var ki, rejim ne yapacağını şaşırmış vaziyette. Tehdit ve tutuklamalardan medet umuyor. Ayetullah Cenneti gibi en koyu muhafazakar din adamları, bazı şahsiyetler için “katli vaciptir” fetvası çıkartırken, Müslüman-demokrat şahsiyetler tutuklama dalgasından nasibini alıyor.
1979 Devrimi’nin ilk dışişleri bakanı 78 yaşındaki İbrahim Yazdi’nin yanısıra, Nobel Barış Ödülü sahibi Şirin Ebadi’nin kızkardeşi Dr.Nuşin Ebadi, kadın hakları savunucusu Hale Sahabi, tanınmış insan hakları eylemcisi İmad Baghi, Mir Hüseyin Musavi ile Muhammed Hatemi’nin danışmanları, tanınmış demokratlar Haşmet Tabarzadi ile Rafsancani’ye yakın, basın özgürlüğünün yılmaz savunucusu ve gazeteci örgütlerinin lideri “Mahmud” Şemsülvaizin, son birkaç gün içinde tutuklananlar.
Yelpazenin genişliği baskı rejiminin hem yaygınlaştığını, hem de çaresizliğinin göstergesi. Manzaranın, 1978 yılında Şah rejimini yıkan ve İslam Devrimi’ni zafere taşıyan gösterilerin başladığı dönemde Şah’ın yaptıklarından pek farkı yok.
1978, 1979’un başlangıcıydı; 2009 ise 2010 İran’ının olabilir.
Göreceğiz...
*** *** ***
Bugünlerde İran ile ilgili yazılı her metni okurken dikkatimi çekti, ilginç bir yazı şu soruyla başlıyordu: “Bir başkaldırı ne zaman bir devrime dönüşür?” ya da “devrim halini alır?”
Şöyle devam ediyordu: “Tarih boyunca, gösteriler, grevler ve ayaklanmalar kalabalıkları sokaklara çıkartmış ve hükümetleri tehdit etmitir. Bir çok ülkede siyasi tavizlerin eşlik ettiği çok hızlı bir bastırma eylemi genellikle kitlesel karışıklığın önünü alabilmiştir. Ancak ne zaman ki şiddet aşırı boyutlara erişir, kızgınlık uzun süreyle birikir ve rejimler sinirlerine hakim olamazlar, o dönüm noktasına ulaşılmış olur ve devrim ülkeyi kaplar. İran o noktaya ulaşmış mıdır?”
Önemli olan, cevabın ne olduğundan ziyade, İran için 2009 sonunda bu sorunun sorulabilir hale gelmesidir.
İran’daki rejim, ömrünü uzatabilir. Ancak, bunu yapabilmek için baskı ve son kertede katliamdan başka kendisine bir “araç” bırakmamış olduğu “gayrımeşru” duruma düşmüştür. Meşruiyetini BM’deki sandalyesinde aramak gereksiz. İran halkının vicdanında aramak gerekiyor. Orada bulamıyorsanız, kalmamıştır.
İran’da olan-biteni sakın ola “İsrail’in oyunu”, “Siyonizmin tezgahı”, “arkasında CIA var” gibisinden ucuz ve salakça değerlendirmelerin optiğinden anlamaya çalışmayın. En basit ölçü, İran’daki halk hareketinin şiddete başvurmadan, tıpkı 1979’daki İslam Devrimi’ni gerçekleştirdiği gibi yol almasıdır. İsrail ve yandaşlarının önceliği, herhalde İran’da şiddet karşıtı bir halk hareketi olmasa gerek.
Bir başka İran uzmanı, 1973’ten bu yana ülkeye defalarca girip çıkan, kitaplar yazan meslektaşımız Robin Wright’ın şu gözlemini, onu yakından tanıdığım için de, özellikle önemsiyorum:
“Halk iktidarının ortaya çıkışı, otoriter rejimlerle yönetilen son blok ülkeler için de bir yeni emsal teşkil ediyor. Otuz yıl önce, İran’ın devrimi, hanedan yönetimini sona erdirerek ve İslam’ı bir modern siyasal deyim olarak sunarak Ortadoğu boyunca siyasetleri yeniden tanımlamıştı. İran’ın başkaldırısı bunu bir kez daha yapıyor, bu kez sokaklara çıkıp, diktatörlüğün son bulmasını isteyerek ve aynı zamanda ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve bireyin seçim hakkına saygı talep ederek... Yeşil hareket arada bir patlak veren kalkışmalardan çok daha ötede bir şey. Bu, dünyadaki en canlı ve en yaratıcı sivil itaatsizlik kampanyası...
Şu ana dek yeşil hareket şiddet karşıtlığında ısrarcı oldu. Herhalde en büyük ironi, gizlice bir nükleer silah programı üzerinde çalıştığından kuşkulanılan katı devrimci bir rejim olarak İslam Cumhuriyeti’nin en büyük karşıtlığı bugün barış bir sivil itaatsizlik hareketinden görüyor olması. Böyle bir askerileşmiş rejim dahi onu yani sivil itaatsizliği bastıramıyor.”
İran’da “sivil itaatsizlik” halinin, sokak gösterilerinin çok daha ötesine gittiği bildiriliyor.
Sokağın da hafife alınır hali yok. Şimdi en büyük gösterilerin, 1979 Devrimi’nin yıldönümünde, 11 Şubat’ta gerçekleşmesi bekleniyor.
İran’a 2010’da sık sık değineceğiz. İran halkı, 2010’da da özgürlük mücadelesinin çilekeşi ve yüzakı olacak.
Besbelli...