28 Şubat sürecinde Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü yapan Yusuf Günay önemli açıklamalar
CEMAL A. KALYONCU - AKSİYON
28 Şubat sürecinde Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü yapan Yusuf Günay, 1987'deki MGK'da da Özal'a aynı 18 maddenin dayatıldığını, ama onun bunları uygulamadığını anlatıyor
28 Şubat sadece bir Millî Güvenlik Kurulu toplantısı değildi. O, 1000 yıl sürecek bir süreçti. Dolayısıyla 28 Şubat sürecinden sonraki hükümetler de bu sürecin devamıydı. Başbakanlığın bünyesinde bir birim olan, devletin yazılı devamını sağlayan Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü'ne 28 Şubat 1997'den birkaç gün sonra atanan Yusuf Günay da bu sıcak süreçte krizin yaşandığı Başbakanlık'ta pek çok hadiseye şahitlik etmişti. Başbakan Necmettin Erbakan, MGK kararlarını imzalamamak için çare ararken, çözüm Günay'dan gelmişti. Günay, hemen başında bulunduğu birimin arşivine girmiş, bir sürprizle karşılaşmıştı. 1987'de, askerler Başbakan Turgut Özal'a da o zamanki MGK'da, 28 Şubat'ta krize sebep olan 18 maddenin aynısını dayatmış, fakat daha yumuşak bir üslup kullanmış, Özal'ı ikna edememişti. Günay'ın yaşadığı daha pek çok olay vardı.
-Refah-Yol Hükümeti'nin ilk icraatları olarak neler hatırlıyorsunuz?
‘Kamu kurumlarında başörtülü çalışmayı serbest hâle getirelim. Kılık-kıyafetle ilgili bize böyle böyle bir şey hazırlar mısınız' dendi. Biz hemen not hazırladık. Dedik ki ‘Şu an Türkiye'nin siyasi ikliminin buna uygun olduğunu düşünüyor musunuz?' O dönemki müzakere ettiğimiz insanlar, bize dediler ki ‘Siz bu işlere karışmayın. Siz hazırlayın getirin.' Ama daha sonra kendileri de düşündüler ki bu işten vazgeçtiler.
-Bunlar size hangi saikle soruluyor ya da siz söylüyorsunuz?
Hangi kanunun hangi maddesine göre bu karar alınacak, nasıl yürürlüğe konulacak? Meselenin teknik işini biz biliyoruz çünkü.
-Siz diyorsunuz ki bunun zemini yok, hiçbir kanuna uymuyor…
Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü'nün hükümetin görev ve yetkisi anlamında 4 bin 100-4 bin 200 görev ve yetkisi var. Bu görev ve yetkiler kapsamındaki bütün kararları, yönetmelikleri, kanunları, tüzükleri, onayları hazırlayan, alan, uygulayan birimdir. Yani hükümetin mutfağı, hükümeti çalıştıran organdır.
Kılık kıyafet konusunun hemen ardından ‘bir iftar kararnamesi hazırlayalım, insanlar evlerine iftar vaktinden yarım saat önce gitsin' diye düşünüldü. Biz yine bürokraside Türk toplumunun ramazan ya da oruç ibadeti ile ilgili hiçbir problemi olmadığını söyledik. Bu illaki olacak dediler. Hazırladık ve bu kararnameyi imzalamak için ilk önce isteyenler Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna ile Refah Partisi aleyhine açıklamalar yapan bazı bakanlar olmuştur. Ben orada şüphelendim. Bir oyun oynanıyor gibi. Ki sonuçta RP'nin kapatılma kararına karşı açılan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki davada, dayandırılan hukuki şeylerin biri bu olmuştur. Yani devlet kurallarını dinî nüanslara dayandırmak gibi. Daha sonra da bu kararname, imzalamasını beklemeyeceğiniz insanlar tarafından süratle imzalanmıştır. Yani bu da benim çok dikkatimi çekmiştir.
-28 Şubat bir gün ama sisteme yayılmış bir süreç tabii. Neler oldu o günlerde?
Devlet memurlarına maaş zammı verilmişti. Burada ikinci bir kararname çıkarıldı. Sadece askerî personel için ilave zam verildi. Biz buna da karşı çıktık. Yüksek oranda bir zamdı. Biz o dönemde ‘böyle ikilik olmaz' dedik. Erbakan Hoca'nın yanındaki bazı danışmanlar, yani dışarıdan sisteme giren insanlar bunu yaparak askerin gönlünün alınacağını düşündüler. Tam da tersi oldu. Bu işten asker de rahatsız oldu. Milletin gözünün içine soka soka ayrım... Çünkü iki taraf da birbirini anlayacak modda değildi.
-28 Şubat MGK'sından neler hatırlıyorsunuz?
28 Şubat günü sabahı bizim genel müdürümüzü görevden aldılar. Benim görev sürem tutmuyordu, ama diğer arkadaşlar kabul etmeyince Başbakanlık Müsteşarı Kadri Keskin beni davet edip genel müdürlüğü vekaleten bana teklif etti. Önce kabul etmek istemedim. Ancak genel müdürlüğe Altındağ Belediyesi'nden bir avukatın getirileceği söylenince arkadaşlarımızın baskısıyla kabul etmek zorunda kaldım. Sonuçta 2 ya da 3 Mart gibi göreve başladık.
Tabii 28 Şubat günü MGK gece yarısına kadar sürdü. Ülkede çok yüksek tansiyon var, 28 Şubat oluşmuş, 18 tane tedbir hükümete MGK tarafından tavsiye edilmiş, bunları kararlaştırın, uygulayın diye. Tabii bu, ülke gündemine bir bomba gibi düştü, biz de kucağımızda bulduk. MGK'dan kararlar geldi. Bizim görevimiz de bunun taslağını hazırlayıp Bakanlar Kurulu kararı hâline getirdikten sonra ilgili bakanlıklara ve MGK'ya bu kararnameyi göndermek. Ben de burada hiç kimse benden bir talepte bulunmamasına rağmen, ülke için doğru olduğuna inandığım şekilde dedim ki daha önce acaba MGK kararı olarak hükümetlere tavsiyelerde bulunulmuş ancak hükümetler tarafından kabul edilmeyen var mı? Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürlüğü'nün arşivi var Başbakanlık'ta. Onun amiri de benim. Gece 11'de girdim oraya, sabah 5'e kadar Cumhuriyet dönemindeki bütün MGK kararlarını gözden geçirdim.
-Bunu niye yaptınız?
O hafta başbakan bütün siyasi parti liderlerinden randevu aldı, bu MGK kararlarını imzalamamak için destek arıyor. Ama o desteği de bulamıyor. Son Darbe Belgeseli'nde teknik bir hata yaptılar. Orada Erbakan sanki bildiriyi imzalamamak için liderleri dolaşıyormuş gibi sunuldu. Öyle bir şey yok. Erbakan, MGK kararlarının bakanlar kurulunca kabulüne ilişkin kararı imzalamamak için dolaşıyor. Yani o bildiri orada açıklanıyor, o kadar. O, imzalanan bir metin değil. Neyse ben arşivde üç tane karar buldum. İkisi Bülent Ecevit'in başbakanlık yaptığı dönemlerde. Onlar konu itibariyle millî güvenliği ilgilendirmiyor diye değerlendirilip tavsiye kararı Bakanlar Kurulu kararı hâline dönüşmemiş. Bir tanesi de 1987'de, Turgut Özal döneminde. 28 Şubat'taki 18 tedbirin aynısı.
-Tamamen mi?
Birebir aynısı. Sadece 28 Şubat'taki ‘yapılacaktır, edilecektir' yerine ‘yapılması tavsiye olunur, edilmesi uygundur' gibi ifadeler var.
-Askerlerin vesayeti artırdığını da gösteriyor bu aslında.
Evet, 28 Şubat'taki sert ve tam bir talimat niteliğinde idi. Kullanılan üslup bir üst otoritenin Bakanlar Kurulu'na talimatı şeklinde idi. Ama Özal da bunu reddetmiş. Yani Bakanlar Kurulu kararı hâline getirmemiş. Ama Türkiye bu konudan haberdar değil. Ben o zaman uzman yardımcısıydım Başbakanlık'ta ve bu konunun çok tartışıldığını falan sanmıyorum.
Tabii o saatte bir iş başarmış düşüncesi ile bu konudan başbakanlık müsteşarı rahmetli Kadri Keskin'i haberdar ettim. O da çok mutlu oldu ve hemen konuyu rahmetli Erbakan'a götürdü. Ve iki dakika sonra geriye geldiğinde yüzü kıpkırmızı idi Keskin'in. Başbakan diyor ki ‘Siz bu işlerle uğraşmayın. Ben ne yapacağımı biliyorum.' Tabii biz yıkıldık o zaman. Bizim düşüncemiz şuydu. Yani bu nokta artık son noktadır, başbakan bu MGK kararını imzalamasın ve istifa etsin. Bu da demokrasi adına kazanım olacaktır. Bu telkinlerimizi yaptığımızda yine rahmetli Erbakan bir saatlik iktidarın 40 yıllık ibadetten daha hayırlı olduğunu söyledi. Biz de tabii şunu ifade ettik. Tamam ama yani iktidar değilsiniz. Sonuçta bu süreç 30 Haziran'a kadar devam etti ve işte Bakanlar Kurulu kararı imzalandı. Bütün kurumlara gereği için gönderildi. Ama bürokraside bunların doğru olmadığına dair bir düşünce oluşmuştu. O maddelerin esasında uygulanmasını engelleyen bizleriz yani.
-Nasıl engellendi peki?
Ben bunu yapmıyorum gibi değil. O işin usulü ve prosedürü gereği bir direnç göstererek… Bu, sadece bizim arkadaşlarımız tarafından değil, diğer bakanlıklar da, bürokrasi de o süreçte bu konuda zımni bir mutabakatla bu işleri geciktirmiştir. Yani bunların doğru olduğuna inanmamıştır. O anlamda kamuoyunun hiç bilmediği, şu an belki insanların suçladığı bazı kişiler bile çok önemli katkılar vermiştir. Çünkü 18 tedbirin içerisinde kanuna, hukuka, anayasaya aykırı bir sürü şey vardı. İşte herkes teslim oldu, herkes mağdur oldu değil, olayın bu yüzü görünmüyor. Sayısını hatırlamıyorum, o süreçte sayısız kanun ve yasal düzenlemenin yapılması öngörüldü fakat çıkmadı onlar.
-Mesela ne tarzda düzenlemeler vardı onlar arasında?
Mesela Vakıflar irtica yuvası olarak görülüyordu. Vakıflar Kanunu'nun, personelinin, denetiminin tümden değiştirilmesi isteniyordu. YÖK hakeza.
-Siz Özal'a da 18 madde dayatıldığına dair belgeleri buldunuz. Erbakan Hoca'ya ilettiniz. Erbakan Hoca'nın ‘Karışmayın, yapacağımı bilirim' dediği şey neydi?
Yani sonuçta imza attı. Erbakan Hoca'nın çalışkanlığından, zekâsından ve millî duruşundan hiçbir şüphemiz yok. Buna biz şahit olduk. Ben genel müdür olarak 4 hükümet, 9 tane başbakanla çalıştım. Baştan beri düşünürsek 13 hükümetle çalıştım. Bütün hükümetlerle askeriyenin şu veya bu şekilde bir sürtüşmesi, anlaşmazlıkları olmuştur. Herkes kendi politikasının yürütülmesi konusunda belli çaba sarf etmiştir. Ancak Erbakan, genelde bu tip toplantılarda askere hak verir bir tutum sergilemiştir. Yani işte askerin bir talebi olduğunda derhâl karşılansın. Başbakan, genelde kendisi de her konuda askerle aynı düşünce birliğinde gibi bir şey yansıtmaya çalışmıştır. Tahmin ediyorum ki burada, hadiseleri biraz zamana yayıp belki askerlerin de kendisi gibi düşüneceği bir noktaya gelebileceğini umdu. Hatta bir keresinde Erzurum'daki jandarma komutanı başbakana hakaret etmişti. Biz de baktık, bir devlet memurunun hakarette bulunması, küfür etmesi askerî ceza kanuna göre TSK'dan ihracı gerektiriyor. Bizim genel müdürlüğümüzün görevi olmamasına rağmen hemen Genelkurmay Başkanlığı'ndan başbakanın onayına açılan bir imza ile bu şahsın TSK'dan ihraç edilmesine ilişkin bir onay yazdık, hazırladık. Ve bunu Abdullah (Gül) Bey vasıtasıyla başbakana gönderdik. Bir müddet sonra döndü, biraz da böyle hafif kızgın ve üzgün vaziyette. Abdullah Bey'e de ‘Siz işinize bakın, bu işlere karışmayın' gibi bir tavırla karşılık vermiş.
Burada sayın başbakan zamana yayarak, yani idare edelim, işte hallederiz tarzı bir tutum içindeydi. Ama bu, işleri daha da bozdu. Yani hiçbir zaman, bir sonraki gün bir öncekinden daha iyi olmadı. Ve o süreçte hükümet yıkıldı, yerine 30 Haziran 1997'de Mesut Yılmaz başbakanlığa geldi. Mesela o hükümette de Çevik Bir'in genelkurmay başkanı olması gibi bir korku ya da çekince vardı.
-Ne yaptı Yılmaz?
Biz Yüksek Askerî Şûra tamamlanmadan Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun atamasını yaptık. Gizli. O gece bitirdik. Yılmaz, Yüksek Askerî Şûra'ya kararname ile birlikte gitti ve ‘Hayırlı olsun, genelkurmay başkanı atadık sizi' dedi.
Neyse Yılmaz hükümeti gelince biz, bugün görevden alınacağız, yarın görevden alınacağız diye beklerken bir-iki ay geçince şu ortaya çıktı. Tabii ben bu süreç içerisinde cumartesi-pazar, bayramlar dâhil olmak üzere her gün Başbakanlık'ta, makamımda idim. Bir konu olduğu zaman anında oturup yazıp, imzalatıp, Resmi Gazete'ye gönderebilecek bir altyapım var.
-Kaç kişi çalışıyordu sizin birimde?
80 kişi idi ben ayrıldığımda. Biz o süreçlerde kim hak ettiyse hak edeni aldık oraya. O ara Türkbank olayı falan çıktı. Ortalık biraz karıştı. Sonuçta işte Mesut Yılmaz 1998 sonbaharında istifa etti. Orada bir ara dönem var, Yalım Erez'in hükümeti kurmakla görevlendirildiği. Neyse. O dönemde Başbakanlık'ta nöbetçi memur gibi durduğum için bir gece saat11'de bir telefon, Dışişleri Bakanlığı'ndan. Dediler ki ‘Başbakana bir mektup ulaştıracağız, bulamadık, nerede? Siz gönderebilir misiniz?' ‘Gönderin bana' dedim. Beyaz bir zarf. Sıcak mühürle mühürlenmiş, gizli bir yazı. Masaya koydum, yukarıdan ışık vuruyor. Işık vurunca siyah puntolarla beyaz zarfın içerisindeki yazı okunuyor. Dışişleri Bakanı İsmail Cem imzalı yazı şu: “Sayın Başbakanım, yarın Amerika'nın İtalya Büyükelçisi, (İtalya Başbakanı) Da'Lema ile görüşecek. Amerikan Dışişleri Bakanlığı bize Apo'yu hangi ülkeden teslim almak istediğimizi sorar.”
-Ülkeyi biz belirleyeceğiz öyle mi?
Bize nereden almak istediğimiz soruyorlar. Buna acilen yarın saat 16'ya kadar cevap vermemiz lazım diye bir yazı. Araştırdım, Mesut Bey o zaman İzmir Otogarı'nın açılışında. O zaman da işte istifa etmek üzere idi. Bizim kurye çocuklarımız var, onlarla ulaştırdık. Ve ondan sonra tabii ben bekliyorum Mesut Bey istifa etmez diye. Etti.
-Nasıl oldu?
Yıllar sonra karşılaştığımızda ‘Hayret ettim, nasıl istifa ettiniz?' dedim. ‘Mektup benim elime ulaşmadı. Ben görmedim' dedi. Yani çok enteresan bir durum. Çünkü belli ki Apo geliyor. Yani kimse iktidar, seçimleri kazanır. Ondan sonra Yalım Erez meselesi olunca dedim ki ‘Demek ki bunun için, herhangi bir siyasi parti bu siyasi kaymağı almasın diye Yalım Erez'i ortaya attılar. Onun altından koltuk kaydırıldı.
-Abdullah Öcalan nasıl alındı peki?
O arada Bülent Ecevit 56 kişi ile mi ne, başbakan olmuştu o süreçte, 18 Nisan 1999 seçimlerine kadar. Ardından Apo getirildi Türkiye'ye. Apo'nun geleceği o gece belirlendi. Hangi ülkeden alınacağı tayin edildi. Dışişleri aracılığı ile belirlendi ama ben kim, ne söyledi bilmiyorum. Biz Apo'nun hangi gece getirileceğini biliyorduk. Bilmemizin sebebi, bir gün Bakanlar Kurulu değil, daha çekirdek bir ekibin içerisinde böyle herkes birbirine sarılmış, bir bayram havası gibi, öyle bir şey vardı. Hissettim ki Apo getiriliyor.
Apo'nun yakalanmasının rüzgârı ile 18 Nisan'daki seçimleri de kazanan Ecevit'in başbakanlığında yeni hükümet kuruldu. O dönemde biz yine işimize devam ettik ama o zaman başbakanlık müsteşarlığı teklif edildi, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan aracılığı ile.
-Ecevit döneminde mi?
Evet. Orada bir güven oluştu. Ben de siyaseten bunun doğru olmayacağını, yani başka birinin olmasının daha doğru olacağını söyledim, ikna ettim. Valla benim gördüğüm kadarı ile Ecevit, inançlı olarak öldü. Adam benim imam hatip mezunu olduğumu biliyordu. Mesela Başbakanlık Merkez Binası'nda Bakanlar Kurulu Üst Salonu'nda ekonomik krizle ilgili alınacak tedbirleri konuşuyoruz ve ramazan. İftar vakti yaklaştı. Ecevit oruç tutan arkadaşlarımıza iftariyelik gönderdi. Herkesin önüne iftariyelik tabağı geldi. Bir bakan ‘Ben niyetli değilim ama iyi niyetliyim' diyerek iftariyelikten yemeye başladı. Ecevit de ‘Lütfen onu bırakın. Oruç tutan arkadaşlarımıza saygılı olalım.' dedi. Sonra bana müsteşarlık teklif etti. Ben şey yapınca da ‘Yusuf Bey gözümde daha çok büyüdün' dedi. O dönemde haftada bir ihbar olurdu bizlerle ilgili. O ihbarları başbakan ciddiye almadı. En son İsmet Solak'ın 2001'de Hürriyet'te “Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdürü'nün eşi tesettürlü. Yardımcısının eşi çarşaflı. Bunlar, Başbakanlık lojmanında oturuyor. Bu Başbakanlık mı irtica ile mücadele edecek? Geçiniz...” yazısı üzerine bir sohbetimiz oldu. O konuda üzüldüğünü söyledi. ‘Siz devlet için çalışıyorsunuz. Ben bunları biliyorum.' dedi. O süreçte her gün istihbarat geliyordu MİT'ten, askerden; ‘Bu falanca görüştendir, falanca yerde kalmıştır' diye.
-O kriz dönemlerinde kamuoyunun bilmediği başka neler yaşandı?
Bu süreçteki en önemli hadise, Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçilmeden önce cumhurbaşkanı arayışları oldu. Süleyman Demirel'in görev süresi dolmak üzere bana dediler ki ‘Cumhurbaşkanlığını 5+5 yapalım, iki dönem olsun. Mevcut cumhurbaşkanı da bir dönem daha seçilebilsin. Bunun dışında Fazilet Partisi'nin kapatılması davası Anayasa Mahkemesi'nde görülüyor, FP'nin kapatılmasını engelleyelim.' Yani nasıl yapalım? O zaman bir anayasa değişikliği hazırladık.
-Kim istedi bunu?
Yani başbakanın ekibi, fakat bu bir paketti, bütün partilerin desteğini almak üzere. Ben de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın bir siyasi partinin laikliğe aykırı eylemleri nedeni ile kapatılması amacıyla dava açabilmesi için laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğunun bir mahkeme tarafından tespit edilmesi maddesini koydum. Neyse bir gün dönemin başbakan yardımcısı beni çağırdı. Dedi ki ‘Genelkurmay başkanı diyor ki bu anayasa değişikliğini kim hazırlıyorsa bana bir gelsin, bunu izah etsin.' Ben de dedim ki ‘Efendim ben yalnız niye gideyim, siyasi irade değilim. Beraber gidelim.' Gittik. Karşımda 8 tane hukukçu paşa, genelkurmay başkanı ile başbakan yardımcısı yan yana oturuyor. Ben de sanık sandalyesinde gibi böyle oturuyorum. ‘Evet' dediler, ‘Madde 1. Bunu niye yazdın? Madde 2, bunu niye yazdın?' Ben açıklama yapıyorum. Ama benden böyle terler fışkırıyor. Yani bayağı da sorguya çekiliyor gibiyiz. Sonra dedi ki ‘Bu FP'nin kapatılma şeyini niye yazıyorsunuz?' Ben de dedim ki ‘AB kriterleri var, siyasi partilerin çok sık kapatılması AB sürecinde bizi sıkıntıya sokuyor vs...' Artık izah edemeyecek bir noktaya geldim. Başbakan yardımcısı da dedi ki ‘Paşam, biz üçümüz görüşebilir miyiz?' Arkadaşlardan müsaade isteyelim. Biz Genelkurmay başkanının odasına geçtik.
-Sadece genelkurmay başkanı ile kaldınız…
Evet. Başbakan yardımcısı dedi ki ‘Ya paşam size bir şey soracağım. Bu Recai Kutan'la ne alıp veremediğiniz var?' O da dedi ki ‘Nasıl yani?' Tabii benim orada terlediğimi, sıkıldığımı artık şey yapınca ‘Recai Kutan'ın sizden daha az vatanperver olduğunu nasıl düşünüyorsunuz?' dedi. Paşa, böyle kalktı ayağa ‘Konu Kutan konusu değil ki! Yani o partide aşırı uçlu bir sürü insan var. Bu ülkeye şeriat mı gelsin? Bu ülkede bir tane Fethullahçı, bir tane imam hatip mezunu yetkili bir yerde kalmayıncaya kadar mücadelemiz devam edecek, bu iş bin yıl da olsa sürecek' dedi. O da dedi ki ‘Şimdi bunları kapattığımız zaman seçimlerde kim gelecek? Onun yerine PKK mı gelsin istiyorsunuz?' Böyle ortalık bayağı bir gerildi.
Tartışma sürdü, en son genelkurmay başkanı şöyle bir geri adım attı. ‘Tamam bizim Recai Kutan'la falan bir meselemiz yok elbette ama ben de askerin gazını almak durumundayım. Bu milenyumda hükümetin işlerine karışmak çok hoş değil' dedi.
-Direnç görünce mi geri adım attı?
Evet. Ve başbakan yardımcısını ben arabada tuttum, öptüm. ‘Yani bunu siz yaptınız ya' dedim. Ecevit de o zamanlar okulları övünce genelkurmay başkanı ertesi gün geldi ‘Sen bu okulları nasıl övüyorsun?' dedi. O da ‘Kusura bakmayın, doğru iş yapıyorlar' dedi.
-Peki, finans krizi çıktı. Sezer cumhurbaşkanı seçildi. O süreçte neler yaşadınız?
O yapılanma sürecinde kamu bankalarının özelleştirilmesi için kanun hükmünde kararnamelerin (KHK) çıkması gerekiyordu. IMF ile yaptığımız anlaşma çerçevesinde 1.4 milyar doların gelmesinden bir hafta önce, biz üç kamu bankasının özelleştirilmesi yasasını çıkarmamız lazımdı. Cumhurbaşkanına bu KHK'ları arz ettik. ‘Bunlar iade olduğu takdirde bizi bir kriz beklemektedir. Acilen IMF'den 1,4 milyar dolarlık bir yardımın gelmesi gerekiyor. İade edilebilecek, takıldığınız bir nokta varsa da bürokratlar size izah etsin' diye Ecevit not vermişti kendisine. Tabii bize bir haber vermeden KHK'ların iade edildiği basına açıklandı ve ertesi günü kasım krizi çıktı.
-19 Kasım 2001'de Enerji Piyasası Denetleme Kurulu Başkanlığı'na atanarak nihayet görevden ayrıldınız.
O ara ekonomik krizler sonucunda biz Kemal Derviş ile birlikte ekonominin yeniden yapılandırılması için altyapıyı hazırladık ama bu Derviş'ten önce başlamıştı. Bütün kurumların altyapısı oluşturulmuştu Derviş gelmeden önce. Ben ayrılmak üzere iken üç genel müdür yardımcım vardı. Hepsine de güveniyordum. Ve şu an bunlar bürokraside önemli vazifeler yapmakta. Bana ‘EPDK başkanı siz olacaksınız' dediklerinde ‘Yerime üç yardımcımdan birinin atanmasını istiyorum' dedim. İsmet Solak'ın yazısının etkisi de devam ediyor. Atayamayacaklarını söyleyince ben de ‘Gitmiyorum' dedim. O zaman ‘Peki, arşiv soruşturması kimin temiz gelirse o olsun' dediler. Arşiv soruşturması da şu: Bir istihbarat görevlisi apartmana gidiyor, kapıcıyı buluyor, diyor ki falanca şahsın eşi kapalı mı açık mı? Kapalı ise red diyor, açıksa atanabiliyor. Ben de arkadaşlarımı topladım. ‘Yarın evlerinize böyle bir görevli gelir, kapıcılarla konuşur, kapıcıya söyleyin' dedim. Arkadaşlardan ikisi unutuyor, biri söylüyor. O, genel müdür oluyor.
Sezer'in cumhurbaşkanı olmasına dair de daha sonra çalışma ortamlarında şunları duydum. İşte hükümet, Sezer için karar aldığında esasında genelkurmay başkanlığı kimin cumhurbaşkanı olacağını bilmiyordu. Yani bizimle muadilimiz görevlerde bulunan paşalar var, onlardan duydum ki ilan edilince, derhâl Çankaya İlköğretim Okulu'na biri gönderiliyor, Sezer'in eşi kapalı mı diye öğrenmek için. Okul müdürü Süleyman Bey'e soruluyor. O ‘Hayır, yok öyle şey' deyince o zaman diyorlar ‘Demek ki dışarıda kapatıyor.' Yani o kadar derin bir şüphe vardı ki. Şüphenin sebebi de Fazilet Partisi'nin Sezer'e kuvvetli destek vermesiydi. Bunları duyduk, güldük tabii.
Tabii bunların dayanağı, bütün kamu görevlerine atanmasında arşiv araştırması ve güvenlik soruşturması ile bir de görevde yükselme yönetmeliği vardı. Görevde yükselmek için bir kişinin eşinin, ablasının, annesinin, yakın akrabasının giyim kuşamına da bakılmasına dair bir hüküm içeriyordu. Personel birimleri böyle bir hüküm koymuşlar ve onaylatmışlar, 28 Şubat'tan sonra. Biz bunu üçlü koalisyon döneminde Ecevit'e arz ettiğimizde derhâl bunu kaldırın dedi. Yani her şeyin yanlış olduğu bir süreçti.
Yusuf Günay kimdir?
1965 Sinop doğumlu olan Yusuf Günay, 12 Eylül'de imam hatip lisesinde okumaya çalışan bir öğrenciydi. 12 Eylül, onun için Dev-Sol veya Dev-Yol'un otobüs durdurup, kurdukları halk mahkemesinde kulak, bacak kesip, insan öldürdüğü bir dönem demekti. Özellikle Ordu'dan kalkan otobüsler için yapılırdı bu kontroller. O kontrollerde Sinoplu olduğu anlaşılınca ‘bizdendir' deyip öyle geçiş vizesini kapmıştı. Eve gelip de annesine okulu bıraktığını, bu şartlarda okumayacağını söyledi bunun üzerine. Ancak ihtilalden sonra okula devam etti, İHL'yi birincilikle bitirdi. 81'de Siyasal Bilgiler'e girdi. Dört yıl sonra okulu bitirip 1986'da da Hasan Celal Güzel başbakanlık müsteşarı iken başbakanlığa dışarıdan sınavla eleman alınmaya karar verildiğinde, bu sınavı kazanıp burada çalışmaya başladı. Ekonomik Kararlar Daire Başkanlığı yaptı sonrasında. Refahyol Hükümeti kurulduktan sonra Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Genel Müdür Yardımcısı oldu. Ardından da genel müdür. Hükümetler değiştikçe sürekli görevden alınmayı bekledi. Ancak işine sadık ve hâkim birisi olarak, muhafazakar bir aileden gelmesine, hakkında her gün ‘irticacıdır' ihbarları yapılmasına rağmen sürekli görevinde kaldı. Toplam 13 hükümet 9 başbakanla çalıştı. Genel Müdürlükteki son görevini çocukluğunda komünist diye taşladığı Ecevit'le yürüttü. 2001 yılında geldiği EPDK Başkanlığı görevini 2007'ye kadar sürdürdü. Şimdilerde Gürcistan hükümetine ve Türkiye'deki bazı şirketlere enerji danışmanlığı yapıyor.