"Kardeşim Mahmut, bu gibi hâdiseler, KORKAK İLE CESURU, İHLASLI İLE İHLASSIZI AYIRMAK İÇİNDİR. Yoksa küfür yıkılmıştır. İçi boş bir ağaç gibi gövdesini muhafaza ediyor. en ufak bir rüzgârın esmesinde yıkılacaktır. Eğer biz bu vatanda olmasa idik, Bolşevik baykuşları ötecekti.”
Safvet Senih | samanyoluhaber.com
60 Sene Sonra Değişen Ne?
Adıyamanlı merhum Mahmut Allahverdi’nin anlattıklarına bir göz atalım, bir de günümüzde yaşananlara bir bakalım, değişen neyin olduğunu, insan hakları adına nereden nereye geldiğimizi daha doğrusu, daha derin hangi çukurlara düştüğümüze bir dikkat edelim:
“Üstad’ı görmek arzusuyla Isparta’ya hareket ettim. Sene 1960… Mart ayının ilk günü… Üstad’ın evine doğru giderken tam kapısına elli metre kala beni Zübeyir Ağabey karşıladı: ‘Kardeşim Mahmut! Üstad diyor ki: ‘Derhal gitsin, görüşme zamanı değil. Karşıdaki arsada bulunan Jeepin içinde iki polis nöbet tutuyor. Kapının ziline parmak basanı hemen çağırıyorlar, Jeepin içerisine alıp iki tokat atıyorlar, adres alıp bırakıyorlar, sana da böyle yapmasınlar’ dedi. Zübeyir Ağabeye dedim ki: ‘Üstadım Efendime söyleyin, burada kalmama müsaade etsinler, buranın şimdiki vâlisi Adıyaman’dan geldi; benim de çok samimî dostumdur. İnşaallah bu Jeepi buradan kaldırtırım. ‘Peki’ dedi, gitti, Üstad’a anlatmış. Biraz sonra tekrar Zübeyir Ağabey geldi. ‘Peki, Üstad müsaade etti.’ dedi. Devamla, ‘Git Jeepi kaldırt’ dedi. Ben vilayete gittim. Valiyi sordum, valinin yerinde olmadığını söylediler. Vali muavinine gittim. Vali Beyin nereye gittiğini sordum. ‘Ne yapacaksın?’ dedi. Ben de cevaben ‘Adıyaman’dan geldim. Valinin yakın dostuyum. Dostumu görmek için geldim.’ dedim. Hemen bana yer gösterdi, güzel karşıladı. Vali Beyin Isparta’da olmadığını ve kazaları teftişe gittiğini, ne zaman geleceğini bilmediğini söyledi. Ben de, ‘Vali Beyle mutlaka görüşmem lâzım, hangi kazalarda olduğunu telefonla ara, bul, beni görüştür.’ dedim. ‘Peki dedi ve telefona sarıldı. Nihayet bir kazada buldu. Benim Adıyaman’dan geldiğimi söyleyince, Vali, ‘Mahmut beyi bırakma, selam söyle, yarın geliyorum’ dedi. Vali Beyin bu iltifatını gören Muavin Bey, ‘Benim misafirimsin’ dedi. Akşam beni evine götürdü. O gece güzel konuşmalar oldu. Hatta Risale-i Nur’un ehemmiyetini idrâk eden Muavin Beyin hanımı, ‘Bu eserlerden biz de isteriz.’ dedi.
“Saat on birde evden ayrıldık. Sabah olunca Hanımlar Rehberi, Âyetü’l-Kübrâ ile Gençlik Rehberini Vali Muavinine getirdim. Zaten Vali Bey de Adıyaman’dayken, Sözler Mecmuasını okumuştu ve çok takdir etmişti. Isparta’ya tayini çıktığında, beni çağırmış, ‘Üstad’ın memleketine vali olarak gidiyorum. Üstad’ını ziyaret ederim.’ demişti.
“Nihayet Vali Bey, o gün makamına geldi, görüştük. İlk sorusu ‘Hoş geldin, Üstadını ziyaret ettin mi?’ oldu. ‘Hayır’ dedim. ‘Niçin?’ dedi. ‘Beyefendi, kapısının önünde bir polis Jeepi duruyor, iki polis içinde nöbet tutuyor. Üstadın kapısına yanaşanı ve zile parmak basanı Jeepin içine çağırıp dövüyorlar, sonra da adresini alıp bırakıyorlar. Halbuki siz, ‘Hem, o zatla görüşürüm ve hem de hürmet ederim? Demiştiniz. Hürmetiniz böyle mi olacaktı?’ dedim. Vali Bey, ‘Benim Jeepten haberim yok. Geldikten üç dört gün sonra yanıma çağırdım, gelmedi. İnşaallah bir gün kırda gezerken görüşürüz’ demişti. Yine Vali, ‘Mahmut Bey, bu Jeepi buranın Emniyet Müdürü benden habersiz koydurmuştur. Çünkü Emniyet Müdürü Halk Partilidir. Milleti hükümete küstürmek için bu tertibi yapmıştır.’ dedi. Derhal telefona sarıldı, Emniyet Müdürünü buldu: ‘Hoca Efendinin kapısının önüne o Jeepi niçin koydunuz? Maksadın nedir, kargaşalık mı çıkartmaktır?’ v.s. gibi daha başka ağır lâflar söyledi. Sonra da ‘Derhal Jeepi oradan kaldır!.. Bir daha görmeyeyim!..’ dedi. Bana döndü. ‘Git Üstadınla görüş, gel bize gideceğiz.’ dedi. Ben de ona, ‘Beraber gidelim’ dedim. Bana ‘İşler çok kritik. İnönü bangır bangır Hoca Efendinin aleyhinde bağırıyor. Hoca Efendiye selam ve hürmetlerimi, söyle’ dedi. Ben oradan ayrıldım. Üstad Hazretlerinin evine geldim. Jeep kalkmış, ağabeyler çok sevinçli idi. Beni içeri aldılar. Üstad Hazretlerinin odasına Zübeyir Ağabeyle girdik. Üstad Hazretleri yatakta yatıyordu. Biraz doğruldu, ‘Gel Mahmut’um gel’ dedi. Gittim elini öptüm. Başımı kucağına aldı, gözlerimden öptü. Mis gibi kokan göğsünü derin derin kokladım. Adeta bana hayat oldu. Sonra doğruldum, bana gösterdiği yere oturdum. Konuşmaya başladı: ‘Tahirî, Zübeyir, benim sesimin benden alındığına şâhitsiniz, değil mi?’ Onlar, ‘Evet Üstadım öyledir’ dediler. Üstad ‘İşte sesim tekrar bana verildi. Mahmut kardeşle konuşmak için verildiği anlaşıldı. Biz de konuşacağız’ dedi. Benim de katî kanaatim budur ki, 1956’da görüştüğümüz zaman sesi o kadar az idi ki, Üstad’la benim arama Zübeyir Ağabey girip, Üstad’ın ağzından çıkan kelimeleri ancak kendisi duyar, o da bana tekrar ederdi. (…) Vali Beyin selamını kendisine tebliğ ettim… Üstad, ‘Vâli Ali Beyi sevdiğim için burada kalıyorum. Onu duama dahil ettim.’ dedi. Ve devamla: ‘Kardeşim Mahmut, bu gibi hâdiseler, KORKAK İLE CESURU, İHLASLI İLE İHLASSIZI AYIRMAK İÇİNDİR. Yoksa küfür yıkılmıştır. İçi boş bir ağaç gibi gövdesini muhafaza ediyor. en ufak bir rüzgârın esmesinde yıkılacaktır. Eğer biz bu vatanda olmasa idik, Bolşevik baykuşları ötecekti.”
Şimdi bu süreçte olanlara da bir bakarsak, her şey yerli yerine oturur…