Hafız Ali Osman Karahan’ın kalp hastalığı ve prostat kanseri olduğu, tek böbrekle yaşadığı, gözlerinin %25 civarında gördüğü, rahatsızlıklarıyla ilgili 3 heyet raporu olduğu belirtilirken yürümekte dahi zorlandığı biliniyor ancak tahliye edilmiyordu. Kamuoyu baskısı sonucu bugün itibariyle tahliye kararı çıktı.
Yeni Asya gazetesinde Mustafa Oral imzasıyla yayınlanan yazıda Topal Hafız'ın Üstad'la konuşması ve tutuklanması anlatılmıştı:
İmanın kadardır imtihanın Ali Osman Karahan*
Şu dünyada en güzel şey birinin kalbine girmektir.
Bundan daha güzeli ise kitabına da girmektir. Kalp vefat eder, ama kitap ebede kadar devam eder. Bir kalbe girebilmek için ona lâyık temizlik ve safiyet gerekir. Ali Osman Karahan nam-ı diğer Topal Hafız, çağın kalbi Bediüzzaman’ın kalbine ve kitabına girmeyi başarabilmiş güzide insanlardan.
Karahan manevî karanlığın zirve yaptığı 1930 yılında Isparta’nın Yalvaç ilçesinde dünyaya gelir. O yıllar mânen sakat yıllardır. Zaman travma geçirmektedir. Karahan da nasibini alır. Kalçası çıkık olarak dünyaya gelir. Bedenen kusurlu olsa da ruhu erken kemale erer. Küçük yaşta Kur’ân’ı hıfzeder. Cismine bakıp ‘topal’ diyenler ruhuna bakıp ‘hafız’ der.
1952’de Kaşhacıbey Camii’nde hoca olarak göreve başlar. O günlerde ilim yoluyla dine taarruz artmıştır. Hafız bu tür sorulara cevap verecek eser bulamamıştır. Mahcup ve mahzundur. Kalbini aydınlatacak Nur arar. “Yâ Rabbi! Eğer ben bu vazifede kalacaksam bana bir yol göster” diye yalvarır. Rabbi duâsını kabul eder. “Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı” Risale-i Nur ile tanıştırır.(1)
ÇAM DAĞLARINDAN GELEN SELÂM
Halil Hafız, Üstadı Çam Dağı’nda ziyaret eder. Üstad “Yalvaç’ta Galip Efendi vardı; Keskinzadelerden. Bir kaza ile vefat etti. Ona çok acıdım, fakat ordan gelip de bu iman derslerinden istifade eden çıkmadı” deyip Asâ-yı Mûsa’yı verir: “Yalvaç’a gidersen ilk karşılaştığın kişiye benim selâmımla birlikte bu Asâ-yı Mûsa’yı da ver” der.
Halil yollara düşer. Kader ağlarını örmüştür. Manevî bir mıknatıs Halil Hafızı, Topal Hafıza çeker. Camiye gelir. Hafızın arkasında namaza durur. Namaz bitince Hafız bir arkadaşına uğrar. Arkasından Halil içeri girer. Üstadından emanet selâmı ve Asâ-yı Mûsa’yı verir. Hafız aylardır ıztırap ve ızdırar içinde bir Nur aramaktadır. Karanlıklar içre boğulmaktadır. Kitabı alır. Aşkla okumaya başlar. Bir gecede bitirir. “Nur görmüş abdala” döner. İçindeki karanlıklar kaybolur. Kendini toparlar. Hizmete başlar. Bu durum Adliyeyi ayağa kaldırır. Daha Üstadla görüşemeden ilk dâvâ açılır.
ÜSTADIN HEDİYESİ: VESVESE RİSALESİ
Hafız nefes nefese Risale okumaktadır. Ne var ki bir çokları gibi zaman zaman vesveseye kapılmaktadır. Bu düşüncelerle bir gün değirmene gider. Bir değirmendir dünya, döner durur, insanı öğütür. Bir değirmendir Risale-i Nur; gönülleri hakikate döndürür. İnsanı halden hale çevirir. Buğdaylar öğütülürken Hafız, Nur’ları okumaya başlar. Kalbi değirmen taşı gibi dönmekte, gözlerinden yaşlar gelmektedir. Su ve taş buğdayı una dönüştürmekte, Nur’lar Hafızın kalbini halden hale döndürmektedir. Değirmenci değirmeni bırakmış, Hafızı seyre dalmıştır.
Hafız “Yâ Rabbi! Nereye varır içimden gelen bu sualler?” diye kendini paralamaktadır. O saatlerde Mehmet isimli arkadaşı Üstadı ziyaret eder. Üstad “Yalvaç’ta Hafız Ali Osman var, bilir misiniz?” der. “Biliriz Üstadım.” “En sür’atli giden bir vasıta ile o tarafa gideceksiniz. Size bir eser vereceğim. Ona yetiştireceksiniz. Evinize bile uğramadan verin.”
Mehmet kitabı alır. Yalvaç’ın yolunu tutar. Hafızın kapısını çalar. Yol yorgunluğuyla perişan haldedir. Kitabı verir. Hafızın sevincine diyecek yoktur. Kitabı açar. Okumaya başlar: “Şeytandan İstiaze Risalesi. Vesvese Risalesi.” Aman Yâ Rabbi! Aman Yâ Rabbi! Üstad sanki Hafızın kalbini okumuş da yazmıştır. İçindeki şüpheler kaybolur. Hafız’da bayram havası başlar. Bu hava bir daha asla bozulmaz.
ÜSTADIN RAHLESİNDE
Üstad, Nurlar’la Hafızın kalbine girmiştir. Sanki bütün eserlerini Hafızın kalbinde yazmıştır. Risaleleri tanıyana kadar içinde sâlâlar okunan Hafızın şimdi ezanlar yankılanmakta, Üstadı çağırmaktadır. Risaleyle tanışalı altı ay olmasına rağmen Üstadı görmek nasip olmamıştır. Hasretinden çatlayacak gibidir. Veysel Karani gibi gözyaşlarıyla kendinden geçmektedir. Deli taylar misali kalbinin ekseninde dönmektedir. İpini koparıp gidecektir. Ne var ki her seferinde Halil Hafız çıkar karşısına: “Dur, ya seni sıkıntıya sokarlar, ya da Üstadı.”
Hiçbir şey umurunda değildir Hafızın. Hak bildiği yolda korku elini tutmamıştır. O günlerde Diyarbakırlı Abdülkadir, Üstaddan bahseder. “Vaktin varsa düş arkama görmeye gidelim.” Hafız heyecanlanır. Eve bile uğramadan yola düşerler. Divana varırlar. Bayram Yüksel kapıyı açar. Hafız’a döner. “Nerden geldin?” “Yalvaç’tan” deyince Bayram irkilir: Yalvaç’tan gelecek bir adamı bekliyor Üstad Hazretleri, ama şansın yok. Emirdağ’a gitmek üzere hazırlanıyor. “İki dakika görüşüversek ne olacak sanki” diye iç geçirir. İki dakika sonra Üstad gelir... O bakışlar… Gözlerinin cezbesine kapılmış halde ellerine uzanır. Hasret ve minnetle öper. Lâl kesilir. Üstad dillenir. “Sonra tekrar gelirsin. Bizim şimdi işimiz var. Galibim’e selâm et.” O gözler ebede kadar kalbini Üstad’a bağlar. Ne zaman o anı hatırlasa içi kaynar. Ne zaman o gözlerle karşılaşsa ağlar.
BEDİÜZZAMAN YALVAÇ’TA
Hafız nar ağaçlı bir medrese tutar. Bir gün Halil Hafız ile sohbet etmektedir. Gördüğü rüyayı anlatır: Medrese ile yanındaki yaşlı kadının evinin arasındaki bahçenin içindeki nar ağacının yanından bir kudret suyu çıktı. Sıcak su. O sırada kardeşimle münakaşa ediyoruz. O diyor ki ‘Yeraltı kanallarından gelir. Sıcak yerlerde su ısınır…’ Ben de dedim ki ‘Hayır, Allah’ın kudretidir.’ Münakaşa ederken anam geldi. Medreseyi göstererek ‘şurayı hamam yapın da gelen giden yıkansın’ dedi…
Halil kalp ehlidir. Sırrı çözer. “Allah’tan umuyorum ki Bediüzzaman çıktı, geliyor.” İki dakika geçmeden Hafızın annesi koşarak gelir. “Ne oturuyorsun, Üstadın geldi.” Hafız hayret içindedir. O şaşkınlıkla merdivenleri dörder dörder iner. Ahali yediden yetmişe “Bediüzzaman geldi!” diye peşine düşer. Hafız, Üstadla göz göze gelir. Gözüyle “hoş geldiniz”, der. Yol gösterir. Üstad oralı olmaz. Daha önce medreseye gelmiş gibi kendinden emin şekilde rüyadaki nar ağacının altındaki suyun çıktığı yerde namaza duracak gibi duâya durur… Rüya tevilsiz çıkar.
ZİNDANLAR İÇRE...
Takipler, baskınlar, karakollar, hapisler Hafız’ı yıldırmaz. Bütün zorluklara rağmen hizmete devam eder. Yalvaç’ta ilk Nur dershanesini açar. Cami ve dört katlı yurt yaptırır. Yurdun yemek, bulaşık, temizlik işlerini yapar. Öğrencilere burs bulur. Camilerde hafızlık, Nur dershanelerinde hadimlik yapar. Bunlardan dolayı yedi kez yargılanıp beraat eder. 15 Temmuz 2016 tarihli nifak olayları gerçekleştiğinde yıllar önce Üstadla arasında geçen bir konuşmayı hatırlar.
Üstad “İleride sıkıntılı ve büyük bir nifak dönemi gelecek. Tutuklamalar olacak, belki cezaevlerinde yer kalmayacak. Ama Rabbim orada kardeşlerimi muhafaza edecek. Dışardakiler bile çok sıkıntılar yaşayacak. Ama sonra hizmetlerin çok artacağı güzel bir dönem olacak inşaallah. Sen de o dönemi görecek, belki tutuklanacaksın” der. 16 Ağustos 2016 tarihinde o gün gelir. Hâkim “Medyada böyle bilgi var. Darbeyle ilgin ne?” diye sorar. Hafız da “Üstad bana böyle bir şey söyledi. Ben de bunu zaman içinde anlatmıştım. Oradan duyulup söylenmiştir. 86 yaşındayım, ne darbesi?” diye tepki gösterir. Bu sefer Hâkim “Bunları bildiğine göre demek ki darbeyi buralarda organize ettin” diyerek 86 yaşında kalp ve kanser hastası, tek böbrekli, gözleri % 25 gören, doğuştan kalça çıkıklığı olan, 3 heyet raporu bulunan Hafızı tutuklatır. Daha önce tutuklanan 59 yaşındaki oğlu Said ile aynı koğuşa koyulur.
O nifakı, ayrılığı, kırgınlığı sevmez. Sungur Abiye bu durumdan dert yanar. İstediği sonucu alamadan hapse düşer. Üstadına sığınır. Kendisi gibi masumlara yapılan muamele karşısında kahrolur. Zalim olmaktansa mazlûm olmak daha iyidir, diyerek sabırla şükreder; adaletin tecellisini bekler.
İMANIN KADARDIR İMTİHANIN
Hapishaneye adalet güneşi doğmasa da Şuâlar doğar. Şuâlar’a giren, güneşin şuâlarını neylesin... Gönlü Nur’u görmeyene Risale-i Nur neylesin? Gözleri görmeyene güneş neylesin? Nurlar’ı okuya okuya, Üstad hasretinden ağlaya ağlaya gözlerinin % 75’ini kaybeden birinin gönlü elbet hakikate açılacaktır. Elbet Üstadının gözleri zindanı aydınlatacaktır.
Üstad, Hafız için meselelerini rüyalarla halleden kişi, der. Hafız Medrese-i Yusufiyeye girdikten sonra hastalıklarına istinaden verilen raporlarla tahliye için dilekçe yazar. Ertesi sabah Üstad yakazaten ziyarete gelir. Üzerinde Yalvaç’a geldiği günkü kıyafetleri vardır. Hafızın sevinç ve heyecandan ayakları yerden, kalbi dünyadan kesilecek gibidir. Ruhu çekildi, çekilecektir. Üstad elindeki kâğıtları sallar. “Sen sebeplere tevessül etme. Burada vazifelisiniz. Muhafaza ediliyorsunuz. Dışarıdakiler çıkarmak için yapacaklarını yapsın. Siz talepkâr olmayın. Sana burada bulunmandan dolayı vaat edilenleri bilseydin çıkmak için uğraşmazdın” deyince İskilipli Atıf’ı hatırlatan bir teslimiyetle dilekçeyi yırtar, atar.
İmanın kadardır imtihanın. Hayat musîbetlerle saflaşır. Senin tertemiz kalbinde; onurunu, izzetini, adaletini kaybetmiş çağın salâsı okunuyor, cenazesi yıkanıyor, namazı kıldırılıyor. Çağ kendi salâsını okuyor. Kendi ölümüne ağlıyor. Salâsını okuduğun, cenazesini yıkadığın, namazını kıldırdığın o zarif kalbli Hüsrev Altınbaşaklar kevser havuzlarında seni bekliyor.
Topal Hafız ve oğlu Said gibi medrese-i Yusufiyelerde canlı cenazelere dönmüş masumların çıkması için biz neyi bekliyoruz!.. Topal Hafız, Hüsrev Altınbaşak’ın salâsını okumuş, cenazesini kaldırmıştı. Bizim salâmızı kim okuyacak, cenazemizi kim kaldıracak!.. Gelin bu sevabı biz alalım. Suçlu ile suçsuzları ayıralım. Kardeşlik köprülerini tekrar kuralım.
Dipnot:
1. Ömer Özcan (Ağabeyler anlatıyor).
*Bu yazı Mustafa Oral imzasıyla yayınlandığı Yeni Asya'dan alınmıştır