Fatih Altaylı'dan 17 Aralık'la ilgili çok konuşulacak iddia

Fatih Altaylı'dan 17 Aralık'la ilgili çok konuşulacak iddia
Gazeteci Fatih Altaylı, Alo Fatih'le adının karıştırılmasının kendisine çok dokunduğunu söylüyor.

Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonları sonrası ülkede yaşanan gelişmeler iş dünyasından medyaya kadar bir çok kesimi darbe dönemlerinden bile daha çok etkiledi. Bu olaylardan etkilenenlerden biri olan gazeteci Fatih Altaylı konuyla ilgili Aksiyon dergisinden Cemal Kalyoncu'ya röportaj verdi.

Altaylı röportajının ilgili bölümü:

“Türkiye’de özgür bir medya olsaydı 17/25 Aralık sonrasında neler olurdu, özgür medya olmayınca neler oluyor” diyen Fatih Altaylı, parti gazeteciliğinin başka bir yerde bu denli kültürsüz yapılmadığını da söylüyor.

Gazeteci Fatih Altaylı, Alo Fatih, yani Fatih Saraç’la adının karıştırılmasının kendisine çok dokunduğunu söylüyor. Habertürk yayın yönetmenliğini ve köşesini bırakmasını ‘Hiç anlatmayayım onu’ diyerek geçiştiren Altaylı, medyadaki baskı başta olmak üzere Türkiye’nin içinde bulunduğu atmosfer için “Galiba her neslin payına böyle bir dönem düşüyor.” diyor. Türkiye’deki IŞİD ve El Kaide tehlikesini büyük risk olarak gördüğünü de anlatan Altaylı, medyadaki parti gazeteciliğinin miladı olarak 1 Nisan 2007’de, o zaman Ciner Grubu’nun elinde bulunan Sabah ve ATV’ye el konulmasını görüyor: “Yani Türk basınının kurbanlık koyun gibi teker teker kasabın önüne götürülebileceğinin ortaya çıktığı gün o gündür.” 1982’den beri medyada bulunan Fatih Altaylı, özgür bir medya olsaydı 17/25 Aralık soruşturmalarının da medyada daha farklı yer bulacağını ifade ediyor.

-‘Alo Fatih’ ile ilgili ses kayıtları ortaya çıktığında Cüneyt Özdemir’e konuştunuz ve orada “Turgay Ciner, hayatta kalmaya çalışıyor, yaşamaya çalışıyor, Türkiye’deki pek çokları gibi.” dediniz. Türkiye’deki atmosferi anlatması açısından bunu biraz açar mısınız?
Ben Turgay Ciner adına konuşamam. Söylemek isterse kendi söyler zaten. Ama esas mesele şu: Türkiye’de iktidarlar her zaman gerek medya ile gerek sermaye ile sorunlu oldu. Çünkü iktidar katıksız bir güç olmak, her alanda gücünü hissettirmek ve bu gücünü kendi dilediği şekilde toplumun diğer katmanlarına aktarmak istiyor. Bugünkü iktidar son derece güçlü, uzun soluklu ve yekpare bir iktidar olduğu için iş dünyası ciddi sıkıntılarla karşı karşıya kalıyor. Bu sıkıntılar ne? Türkiye’de iş dünyasında olup da devletle iş yapmamak mümkün değil. Devletle iş yapmak illa devletten ihale almak, devlete mal satmak demek değil. Diyelim ki fabrika yapacaksınız. Devletle en azından ÇED raporu veya imar izni için muhatapsınız. Vatandaş olarak bir pasaport alacaksanız da devletin çeşitli kademeleri ile muhatap olursunuz. Şimdi devlet yekpare bir güç olarak hareket ettiği zaman ve toplumun bir kısmını da –bu iş dünyası olabilir, başka kesimler olabilir– dışladığı veya kendinden görmediği zaman bu tip sorunlar ortaya çıkıyor. Bu, bugün, Türkiye’deki herkes için geçerli. Hükümetin kendine yakın hissetmediği, hükümetle aynı fikirleri paylaşmayan, hükümete saygı duysa bile onun yaptığı işlerin bir kısmının doğru, bir kısmının yanlış olduğunu düşünen herkes, iktidarla eğer koşulsuz bir işbirliği içinde değilse, sıkıntı yaşıyor. İlla politikanın içinde olmak, politik bir tavır sergilemek de gerekmiyor hükümetle ters düşmek için…

-Köşe yazmayı bıraktıktan sonra mı böyle hissediyorsunuz?
Uzunca bir süredir bunu hissediyorum. Son süreçte artık iyice patlama noktasına geldim. Yani şimdi bir düşünün, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki tamamen siyasi hatadan ötürü kendi çevremizde bir ateşten duvar oluşturduk. Özellikle doğumuzda, güneydoğumuzda, Irak’ta, Suriye’de. Tamamen bizim devlet yönetiminin dış ilişkilerdeki hatalarından ötürü çok ciddi bir sıkıntı oluşturduk kendimize ve şimdi bu sıkıntıyı yaratan sanki başkası imiş gibi bundan şikâyet ediyoruz. Bu sıkıntının Türkiye’ye yansımaları var. Bugün Türkiye’de çok güçlü IŞİD, El Kaide yapılanmaları var. Bugün Türkiye’nin pek çok ilinde çok ciddi sayıda IŞİD ve El Kaide sempatizanı var. Bunların yarın öbür gün Türkiye’ye ne yapacağı, Türkiye’de neler yapacağı konusunda inanılmaz kaygılıyım ben. Yani Türkiye bu sarmalın içinden nasıl çıkacak? Türkiye’de IŞİD adına askere alma büroları kurmuş birtakım insanlar, IŞİD’in, El Kaide’nin kayıtlı elemanları var. Ve bu ne yazık ki İslami gençler arasında yükselen bir değer hâline gelmiş.

-Olayın farkında mı değil yetkililer?
Bilmiyorum. Bilemem. Ve IŞİD, bugün Türkiye’yi aslında düşman ilan etmiş vaziyette. Sadece, Türkiye’yi henüz savaş bölgesi ilan etmedi. Yarın öbür gün IŞİD veya benzeri birtakım radikal terör gruplarının Türkiye’yi oyun sahası ilan etmesi hâlinde neler olabileceğini siz herhâlde tahayyül ediyorsunuz. Sınırlarımızdaki geçirgenlik ortada. Biz daha 5 bin kişilik PKK ile baş edememişiz… Bunun yansımalarının Batı’da yarattığı imajın Türkiye’nin de üstüne yapışmasından çok tedirginim. Kendi içimizdeki ayrışmadan, toplumsal katmanlarımız arasındaki geçirimin sıfıra yaklaşmasından ve neredeyse düşmanlaşma hâline gelmesinden çok tedirginim.

-Düşmanlaştırma biraz tercih mi ediliyor?
Tabii, bu bilerek yapıldı Türkiye’de. Türkiye’yi kamplara bölerek, kutuplaştırarak yönetmenin çok daha kolay olacağı düşünüldü. Evet, tek hedefiniz iktidar olmak ve iktidar kalmaksa doğrudur, bu kutuplaşmalar geçmişte Batı ülkelerinde de, birtakım başka yerlerde de işe yaramıştır muhakkak. Ama toplumların işine yaramamıştır. O kutuplaşmanın bedelini toplumlar çok ağır biçimde ödemişlerdir. Beni Türkiye’nin de bu bedeli ödemek zorunda kalması korkutuyor. Türkiye Cumhuriyeti hiç olmadığı kadar büyük bir risk altında. Bu riski bertaraf etme imkânlarına hâlâ ve her şeye rağmen sahip. Ama bunu ancak akıllı bir yönetim tarzı ile ortadan kaldırabiliriz. Türkiye çok hızlı bir bölünmeye, bir iç çatışma ortamına gidiyor.

Türkiye öyle enteresan ki travmaları bile yaşamıyor. O kadar şuursuz ki mesela Suriye-IŞİD meselesinin medyada bir travma yaratması lazım normalde, ‘biz ne yapıyoruz, kime destek veriyoruz’ diye. Bu bile umurlarında değil.

-Uçakta olmak çok önemli mi?
Benim için hiç önemli değil. Dediğiniz gibi eğilip bükülen bir gazeteci olsa idim eğer bugün hâlâ el üstündeydim. Bugün hâlâ havuz medyalarının başında idim. Benim şahsi hiçbir zaman sorunum olmadı, olamaz ki. Ama o gün Gezi şartlarında daha başka türlü bir program yapamazdım. Kimse yapmazdı.

-Sadece onun için demiyorum. Hakkınızda bayağı bir veri topladım, okudum. Yani hiç olumlu bir şey de yazan yok hakkınızda. Niye böyle?
Nasıl mesela?

-Sizden hep negatif bahsediyorlar. Hep eleştiriler var, hem de ağır eleştiriler. Ekşi Sözlük gibi yerler veri kabul edilmez ama kızıp yağıp gürlemişler size…
Ee ne yapabilirim? Bana ne?

-Türk medya tarihinde böyle bir iz bırakmış oldunuz yani…
Ya Türk medya tarihine bakın. Kimin hakkında iyi bir şey söylenmiş? Ancak öldükten sonra veya ölümüne yakın iyi bir şey söyler insanlar. Bak şimdi, Ertuğrul Özkök için iyi bir şey söylenmiş mi? Mehmet Ali Birand için söylenmiş mi?

-Her şey 1 Nisan şakası ile başladı yani? (TMSF, 1 Nisan 2007’de Sabah ve ATV’ye el koydu.)
Aynen. Çünkü o günden sonra, bugün çok şikâyetçi olunan iktidar medyası veya medya türü kurulmaya başladı. Bakarsanız o güne kadar gazeteler üç aşağı beş yukarı belli fikirler doğrultusunda zaten yıllardır şekillenmiş gazetelerdi ve o fikirler doğrultusunda yayıncılık yapıyorlardı. İlk defa olarak merkez medyadan bir büyük gazete ve TV doğrudan doğruya iktidarın kontrolüne geçti ve o kontrol sonrasında da bunun tatlı bir şey olduğu ortaya çıkarak bu kontrol yaygınlaştırılmaya, büyütülmeye çalışıldı.

-Ne oldu da 2007’de böyle bir şey planlandı, paradigma değişikliğine gidildi peki?
Zannediyorum iktidarda daha uzun süre kalıcı olmanın yolunun medyayı kontrol etmekte olduğu anlaşıldı. Çünkü şu çok gerçek ki, medya hiç kimseyi iktidar yapamaz ama iktidarları devirir. Düşünün ki özgür bir medya olsaydı Türkiye’de, 17/25 Aralık sonrasında neler olurdu, özgür medya olmayınca neler oluyor? Hep beraber gördük. O yüzden de medyanın iktidarları değiştirebilme, yani iktidarları getiremese bile yıkma gücünü elinde bulundurmasını bu iktidar istemedi. Ve gideceği ilk seçim öncesinde Türkiye’nin en büyük medya grubuna el koydu.

-Nasıl bakıyorsunuz 14 Aralık’a?
Hatırlarsınız, 14 Aralık daha ortalıkta yokken, yazılarım ortada, Bank Asya’ya el konmak isteneceğini ilk ben yazdım. Torba yasanın cemaate yakın olduğu söylenen medyaya ve dershanelere el koymak maksatlı yapıldığını ilk ben söyledim. Kimse bunları konuşmuyordu o zaman. Ama bunca yıldır siyaseti takip ettiğim için ve hangi adımın sonrasında neyin geleceğini tahmin ettiğim için… Mesela bunları söyledikten sonra baktık ki hakikaten doğruymuş, niyet oymuş.

-Peki, büyük çoğunluk niye sessiz? Neredeyse ‘oh olsun’ diyen de var…
Ben hayatımda kimseye oh olsun demedim. Ben kin gütmem. İntikam hissi bende katiyen yoktur. Cemaate oh olsun hiç demem. Çünkü ben her türlü hesabın, her türlü yanlışlığın giderileceği yerin yargı olduğunu düşünürüm. Cemaatin bir hatası varsa eğer, o cemaatin, bu cemaatin, şu cemaatin, yani bu cemaati de Fethullah Gülen cemaati olarak kısıtlamıyorum. Cübbeli Ahmet’in cemaati de olabilir, ne bileyim başka bir cemaat de olabilir.

Bu arada cemaatin de dönüp kendini eleştirmesi lazım. Yani biz acaba nerede hata yapmışız diye bir bakması lazım kendine. Niye derseniz, bir dönem cemaatin sahip olduğu güç veya sahip olduğu varsayılan güç öyle bir çekim etkisi yaratmış ki insanlar cemaatçi görünmek için bir taraflarını yırtmaya başlamışlar, ‘ben de onlardanım, ben de onlara yakınım, ben de onlarlayım’ diye. Ve bunların yarattığı atmosferle beraber, o atmosferin içerisine giremeyenler alacak hava bulamamışlar. Ve birdenbire sanki bir cemaat zulmü varmış gibi bir hava ortaya çıkmış. Diyorum ya bu belki cemaat adına hareket edendir, belki cemaat kisvesi altına saklanandır. Bir de yargılama süreçleri ile ilgili mesela 80 yaşında ölüm döşeğinde bir profesörün gözaltına alınması ve hapiste kalmasının istenmesini vicdanlar almıyor. Algı bu. Siz benimle ilgili bir algıdan bahsettiniz ya biraz önce…

-Yaşananları AK Parti-Camia kavgası olarak mı görüyorsunuz?
Cemaatin kendi ile ilgili bir algı sorunu yaşadığını düşünüyorum. Bu insanlar bir suça sebebiyet vermişse bunlarla ilgili hesabını sonuna kadar sor. Ama yıllarca insanları gitmeye teşvik ettiğin okulları bugün terör örgütü yuvası olarak algılattığın zaman şimdi bu insanlar ne yapsınlar? O okullarda bilmem kaç yüz bin kişi okumuş. Onların kimisi cemaatçidir, kimisi değildir. Kimisi cemaate düşmandır belki, bilmiyoruz ki.

Şimdi ‘aldatılmışız’ deniyor. Tamam, peki aldatıldın diyelim. Sen kendi aldatılmış olma hakkını geçerli bir mazeret olarak görüyorsun da geçmişe dönük olarak başkalarını suçlarken onların aldatılma haklarına niye saygı duymuyorsun? Mesela 28 Şubat soruşturması yapılırken birisi de desin ki ‘bizi de asker aldattı’. Ki asker Türkiye’nin resmî kurumu. Aldatma üzerine bir savunma geçerli olabilir mi ya! Suça bulaşmış birisi kalkıp da diyebilir mi ki, mesela bir PKK’lı ‘valla kandırılmışım’. Kandırılmış olmak suçtan azat etmez ki kimseyi.

-Camia’nın terör örgütü ilan edilmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Eğer bir terör örgütü ise cemaat o zaman Hocaefendi ziyaretleri ile övünenlerin de terör örgütüne yardım ve yataklıktan hesap vermesi lazım. Şimdi Türkiye’de her şey darbe, her şey terör örgütü. Ben şunu merak ediyorum. Eğer bütün bu olan bitenler, AK Parti’nin değil de CHP’nin iktidar olduğu bir dönemde olsaydı, mesela diyelim ki CHP’li bir cumhurbaşkanı veya başbakan cemaati terör örgütü ilan etmiş olsaydı, bugün AK Parti’nin tepkisi ne olurdu?

-2015 seçimlerini mi bekliyorsunuz mesela?
Valla ben bir şey beklemiyorum. Yani ben her daim hazırım. Her an her şeyi yapabilecek pozisyondayım. Ama kimsenin de başına dert açmak istemiyorum. Çünkü yaptığımız işin de bir sonucu yok. Evet, toplumu uyandırıyoruz, bilgilendiriyoruz, şunu yapıyoruz, bunu yapıyoruz falan filan. Ama bu, gerçek anlamda bir sonuca ulaşmıyor.

-Peki, Habertürk Yayın Yönetmenliği’nden ayrılma ve köşeye ara verme noktasına nasıl geldiniz? Turgay Ciner mi, başka etkenler mi sebep oldu?
Hiç anlatmayayım onu.

-Cumhurbaşkanına göre ‘en özgür basın bizde.’ Öyle mi gerçekten?
Öyle demesinin önünde bir engel var mı! Bunun söylenmesinde bir vahamet yok. Buna gerçekten inanılıyorsa bunda vahamet var.

-Ahmet Davutoğlu da dışişleri bakanı iken ‘Evine rahat gidebiliyorsan basın özgürdür’ manasında bir şeyler demişti mesela. Hatırlıyorsunuz o sözü değil mi?
Hatırlamıyorum. Çünkü Davutoğlu’nun söylediklerini dinlemiyorum. Şu nedenle dinlemiyorum. Söylediklerinin bir kıymet-i harbiyesi yok bana göre sayın başbakanın. Bazı laflarını dinlemesem bile kulağıma geliyor. Bu, Yüce Divan meselesi ile ilgili söyledikleri dün gibi kulağımızda herhâlde. Ama sonuç ortada. Davutoğlu’nun söyledikleri Türkiye açısından bir şey ifade etmiyor. Çünkü sonucu etkileyen Davutoğlu’nun söyledikleri değil, başka birisinin söyledikleri.

-‘Gazetecilik onuru ayaklar altında’ diyorsunuz ki yaşayarak görüyoruz bunu zaten. Bir de bugün Türkiye’de ben mutluyum diyen gazeteci var mıdır?
Bence yoktur.

-Havuzdakiler?…
Onlar iyice mutsuzdur bence.

-Niçin?
Çünkü onlar kendilerini bizden daha iyi bilirler!

-Şu anda medyada kaç gazete kaldı?
Hâlâ gazetecilik yapmaya çalışan birkaç gazete olduğunu söyleyebilirim.

-2,5 mu?
İyimser rakam.

-17 Aralık dosyası kapandı mı?
Bunu yazdım. Devlette bir dosya açıldıysa kapanmaz. Ona bir seri numarası verildiyse delilleri de yok edilemez. Delileri yok ettiğini zannetsen de edemezsin. 17 Aralık’ta eğer bir suç var ise ortada bunun hesabı bugün sorulmazsa yarın sorulur, yarın sorulmazsa öbür gün sorulur, öbür gün sorulmazsa diğer bir gün sorulur. Bunlar kaybolmaz."

AKSİYON

27 Ocak 2015 08:37
DİĞER HABERLER