Foreign Policy'de bir yazı kaleme alan Selim Sazak, Türkiye-ABD ilişkilerinin sanıldığından daha kötü durumda olduğunu belirtti.
Foreign Policy'de bir yazı kaleme alan Selim Sazak, Türkiye-ABD ilişkilerinin sanıldığından daha kötü durumda olduğunu belirtti.
Yazının satırbaşları şöyle:
NATO’nun bir zamanlar örnek gösterilen müttefik ülkesi Türkiye artık istenmeyen üye haline geldi. Hem ülke içinde hem de dışında artık üyelikten ayrılma zamanı geldiği yönünde konuşmalar sürekli artıyor. Bu görüşe katılmayanlar söz konusu endişeleri bir kaşık suda fırtına koparmak olarak yorumluyor.
Halil Karaveli de geçtiğimiz günlerde Foreign Policy’e yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi koalisyonundan gelen baskılar yüzünden ABD ile ilişkileri koparma tehditlerinin boş olduğunu söylemiş ve Ankara’nın eninde sonunda ilişkileri düzeltmek için elinden geleni yapacağını belirtmişti.
Böyle bir iyimserlik isabetsiz. Türkiye’de ne Erdoğan ve çevresi ne de düşmanları NATO’dan hoşlanıyor. ABD bir ülke olarak diş doktorunda kanal tedavisi kadar seviliyor. Türklerin sadece %18’i ABD’ye olumlu bakarken %72’si ABD’yi ciddi bir tehdit olarak görüyor. NATO ittifakı ciddi biçimde çözülme tehdidi altında ve kendi kendine bırakılırsa devam edebilecek durumda değil. İttifakı kurtarmak için ısrar, sabır ve çok çalışmak gerekiyor.
Sorunun bir parçası kesinlikle Erdoğan. Bir zamanlar Batı’nın en sevdiği liderlerden olan Erdoğan artık dünyanın en sevilmeyen liderleriyle arkadaş ve giderek onlara benzemeye başladı. Kurumlar zayıflıyor. Özgürlükler azalıyor. Demokrasi erozyona uğramış halde. ABD ile ilişkiler tarihin en kötü noktasında, AB ile krizler devam ediyor fakat Rusya ile ilişkiler daha önce hiç olmadığı kadar iyi.
Öte yandan, Türkiye’nin Batı ile yaşadığı kriz Erdoğan’ın iktidar döneminden öncesine dayanıyor. Erdoğan sadece var olan bir yangına körükle yaklaştı.
Türkiye’nin NATO üyeliği zorunluluktan doğmuş bir birliktelik. NATO’nun genel stratejisi her zaman Türkiye’nin güvenlik sorunlarıyla uyumlu olmadı. Soğuk Savaş sırasında Türkiye’nin görevi Rus donanmasını Karadeniz’de tutmak, Varşova Paktı güçlerini NATO’nun güney cephesinde engellemek ve Sovyetler Birliği’ne karşı yapılabilecek müdahaleler için temel oluşturmaktı.
1970’lere gelindiğinde Türkiye’nin karşısına yeni sorunlar çıktı. Komşuları, özellikle Suriye ve Irak, Türkiye karşıtı örgütleri destekliyordu; ASALA ve PKK. O dönemde Türkiye saldırılara cevap veremedi ve müttefiklerinden yardım alamadı.
Soğuk Savaş bittikten sonra Ankara bu durumun değişeceğini düşündü. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Türkiye güçlü bir NATO müttefiki olarak kendini kanıtlarsa ABD’nin bölgedeki politikalarına etki edebileceğini düşünüyordu.
ABD’nin ‘Desert Storm’ (Çöl Fırtınası) operasyonunu şiddetle destekledi, İncirlik Hava Üssü’nü kullanıma açtı ve 100.000 Türk askerini Bulgar sınırından Irak sınırına kaydırdı. Ayrıca söylentilere göre Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye katılması konusunda ABD Başkanı George H. W. Bush’tan özellikle istekte bulundu.
Ama sonuçta Türkiye kaybetti. Hava sahası kapatılan Kuzey Irak ABD ve İngiliz uçakları tarafından korunan fiili bir Kürt devletine dönüştü. Bölge bundan sonra PKK’nın güneydoğu Anadolu’ya düzenlediği saldırıların üssü haline geldi.
Körfez Savaşı’nı takip eden iki yıl, Türkiye’nin PKK’ya karşı yürüttüğü 20 yıllık savaşın en ölümcül iyi yılı oldu. Türkler bu yaşananları hiç unutmadı ve üstünden 10 yıldan uzun bir süre geçmesine rağmen ABD Irak Savaşı’nı başlattığında Erdoğan’ın tüm çabalarına ve milyarlarca dolarlık yardım sözlerine rağmen meclis ABD askerlerini Türkiye’den geçmesine izin vermedi.
Türkiye de elbette ki İran yaptırımlarını delmek, Beşir Esad’ı desteklemek, IŞİD’e tepkisiz kalmak, Mısır ve İsrail gibi ülkelerle liderlerin kişisel düşünceleri yüzünden çatışmak gibi konular yüzünden suçlu durumda. Ama diğer yandan da, Türkiye’nin müttefikleri onu azarlamadan önce kendilerine dönüp bakmalı.
Irak uydurma nedenlerden dolayı işgal edilmese, Batı ülkeleri Suriye konusunda anlamlı bir strateji geliştirebilse, Türkiye’nin Kürt örgütler konusunda protestoları görmezden gelinmese ve ABD müttefiklerini biraz da olsun dinlemiş olsa, Ankara’nın işleri çok daha kolay olurdu.
Türk dış politikasının en tartışmalı iki yönünü ele alalım: Suriye’deki askeri güçler ve Rusya’dan alınan S-400 füze sistemleri anlaşması. Ankara’nın giderek güçlenen PKK uzantısı YPG konusundaki endişeleri uzun zamandır biliniyordu ve sağlam temellere dayanıyor.
PKK’nın Türkiye’yi bölme kampanyası şu ana kadar onbinlerce hayata mal oldu. Buna rağmen ABD Suriye’de PKK ile işbirliği yaptı ve Avrupa ülkeleri de onlarca yıldır ülkelerinde serbestçe hareket etmelerine izin veriyor. Türkiye’nin müttefikleri Ankara’nın bu durumu kabul etmesini bekledi ve Ankara kabul etmedi çünkü PKK NATO tarafından terörist bir örgüt olarak uzun zamandır tanımlanıyordu.
S-400 anlaşmasında da benzer çarklar döndü. Rusya’nın giderek artan etkisi, Suriye ve Irak’taki güvenlik durumu ve bölgedeki diğer ülkelerin füze sistemlerine yaptıkları yatırımların gölgesinde Türkiye’nin de kendi hava savunma sistemlerini geliştirmek istemek için yeterli nedeni vardı.
Ankara’nın savunma sanayisini geliştirme konusundaki hırsı kimse için bir sır değil. Türkiye zaten halihazırda kendi tankını, savaş gemilerini ve beşinci nesil jet uçaklarını geliştirmek için milyarlarca dolar harcıyor. Ankara’nın bu amaca ulaşmak için kullandığı temel strateji satın alma gücüne karşı ‘know-how’ ve üretim kapasitesi elde etmek. NATO ülkeleri kendi şirketleri uzun zamandır Türkiye ile iş yaptığı için bu durumun farkındaydı ama buna rağmen Türkiye’yi reddettiler.
Ayrıca söylemek gerekir ki başarısız darbe girişiminden Ankara’nın sorumlu tuttuğu Fethullah Gülen gücünün zirvesindeyken milyonlarca takipçiye sahipti ve milyarlarca dolar değerinde mülk kontrol ediyordu.
Erdoğan’ın ilk yıllarında laik askeri düzene karşı yürütülen kampanyada da çok büyük rol oynadı. Başarısız darbe girişiminden sonra Erdoğan’on en büyük düşmanı konumuna geldi ve Ankara onu Türkiye’nin Osama Bin Ladin’i olarak tanımlıyor.
Ankara’nın Gülen ile ilgili iddiaları, sunduğu kanıtlar ve yaptığı istekler, bunların hepsi yargıya ait konular. Gülen’i Türkiye’de neredeyse kimse sevmiyor. Darbe girişiminden önce bile PKK kurucusu Abdullah Öcalan kadar seviliyordu. Bürokrasi üzerindeki etkisi, orduyu ve yargıyı yönetme çabaları ve devlet organları yoluyla laik karşıtlarını susturma isteği zaten onlarca yıldır kamusal alanda konuşuluyordu.
Türkiye’nin üyelikten ayrılmasıyla mutlu olacaklarını düşünenler daha dikkatli düşünmeliler. Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşması jeopolitik anlamda devasa bir yanlış olacaktır. Türkiye’nin yerine konulacak bir ülke bulmak kolay değil.
Riskleri yüksek. Türkiye’nin Batı ile bağları zayıflamış olsa da bağları koparmak ülkeyi sadece daha uzağa itecektir. Milliyetçilik ve fanatik dincilik yükselecektir. Eğer Türkiye NATO üyesi olmasaydı son dönemde Yunanistan ile yaşadığı sürtüşmeler veya Suriye’den 30 milyar dolar harcayarak kabul ettiği 4 milyona yakın mülteci nasıl görünürdü?
İyi ya da kötü, Suriye’deki iç savaş sonuna yaklaşıyor. Amerikalı rahibin hapsedilmesi veya S-400 füze sistemi gibi konularda eğer iki ülke liderleri de olumlu yaklaşırsa anlaşabilme ihtimali sürüyor. Ama ABD-Türkiye ilişkilerini kurtarma mücadelesi kendi kendine kazanılamaz.
Konu Washington düşünce kuruluşlarında veya Brüksel toplantı odalarında tartışmaları kazanmak değil, asıl gereken iki ülke halkının da kalbini ve aklını kazanabilmek ve barışa inandırabilmek. Neyse ki iki tarafta da bu ittifakın devam etmesi gerektiğine inanan çok sayıda insan var. Onların yaratıcı fikirleri, enerjileri ve istekleri sayesinde ABD ve Türkiye’ye aslında birbirlerine ihtiyaç duydukları hatırlatılabilir ve bu işlem şu anda başlıyor.