Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz yeni köşe yasızında 'Şirketi maneviye' ve önemini anlattı.
İhlası kıran ve riyaya sevk eden pek çok esbabtan üç tanesini sayan Üstad Hazretleri, Birinci olarak, maddî menfaati ele alıyor sonra, ihlas sırrını ve samimi ittifakı kuvvetleştirecek iki misal veriyor. Birinci misalde ticari şirketleşmelerden bahsediyor. Ama buna karşı şirket-i mâneviyenin çok büyük önemini şöyle anlatıyor: “Çünkü nasıl ki, dört-beş adamdan, iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar.
Her biri tam bir LÂMBAYA mâlik oluyor. O iştirak edenlerin her birinin bir duvarda büyük bir AYNA’sı varsa, her birinin noksansız, parçalanmadan, birer lâmba, oda ile beraber aynasına girer. Aynen öyle de, âhirete ait mallarda ihlas sırrı ile İŞTİRAK ve uhuvvet sırrı ile TESÂNÜD ve ittihad sırrı ile TEŞRÎKÜ’L-MESÂÎ (çalışmaları ortaklaşa birleştirme), o iştirak-i âmâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum NUR her birinin amel defterlerine tastamam gireceği, ehl-i hakikat arasında müşâhede edilmiş ve gerçekleşmiştir. Cenab-ı Hakkın Rahmetinin genişliğinin ve İlâhî keremin gereğidir.”
(Seneler önce M. Fethullah Gülen Hocaefendiden şirket-i mâneviyenin izahını istemiştik. Demişti ki:
‘Şahsî ibadetlerimize göre şirket-i mâneviyeden gelen sevaplar daha çoktur. Ayrıca şirket-imâneviye koruma altındadır. Yani şahsen çok amelleriniz olsa bile hiçbir zaman binlerce şirketi maneviye ortaklarından gelen sevaplar kadar sevabınız olamaz. Ayrıca mahşer günü şahsi sevaplarınız bir yere yığılacak ama
biri gelecek benim gıybetimi yapmıştın deyip bazı sevaplarını alacak. Her hak isteyen gelip bir şey alınca çok insan iflas etmiş halde kalacak.
Ama şirket-i mâneviyeden sevaplar koruma altında olacak. Yani Cenab-ı Hak, hak alacak onları bir şekilde bir şeyler vererek râzı eder. Ama şirket-i mâneviyeden gelen ecir ve sevapları koruma altına alır.” meâlinde sözler söyleyip odasına çekildi. Bir arkadaşımız dedi ki: “Ben bir olay biliyorum, bu konuyu izah eder. Eskişehir’de görüştüğümüz bir hâkim bir gün şunları anlattı: “Zengin bir iş adamı vardı, iflas etti. Her şeyini kaybetti. Alacaklılar neyi varsa aldılar. En son evine gelip televizyon ve buzdolabı gibi neleri varsa aldıktan sonra duvarda bir altın madalya gördüler, alacakların avukatı elini ona da uzattı. Fakat o,
‘Bakın aldınız tamam ama bu, milletin adına milli bir sporcu olarak bir başarı neticesi aldım. Asla veremem.’ dedi. Sonra mahkemelik oldular: Mahkeme:
‘Bu bir milleti temsilen alınmış bir ödüldür. Koruma altındadır. Sahibinden başka hiç kimseye verilemez’ diye karar verdi. Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye adına kurulmuş bir şirketim her bir mensubu da aynen insanlık faydasına kurulmuş bir şirket sahibi olduklarından mânevî kazançları, sevap ve ecirleri de koruma altındadır.)
“İhlası kıran ikinci mâni: Makam düşkünlüğünden gelen şöhretperestlik sebebiyle, şan ve şeref perdesi altında,
halkın sevgisini ve takdirini kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmâreye bir makam vermektir ki, en mühim rûhî bir maraz olduğu gibi şirk-i hafî (gizli şirk) tabir edilen riyakarlığa,
hodfüruşluğa (kendini beğendirmeye) kapı açar, ihlası zedeler. “Ey kardeşlerim! Kur’an-ı Hakimin Hizmetindeki mesleğimiz hakikat ve uhuvvet olduğu ve uhuvvetin sırrı, şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek olduğundan, mâbeynimizde bu nevi hubb-i cahtan (makam düşkünlüğünden) gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünkü mesleğimize bütün bütün münafî ve terstir. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük mânevi şerefi, şahsî, hodfüruşane, rekabetkârane, cüzi bir şerefe ve şöhrete fedâ etmek, Risale-i Nur talebelerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim.
Evet, Risale-i Nur şâkirtlerin kalbi, aklı, ruhu, böyle aşağı, zararlı, süfli şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmare bulunur. Bazı da nefsi hissiyat damarlara ilişir; bir derece hükmünü kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icrâ eder. Sizlerin kalb, ruh ve aklınızı itham etmem Risale-i Nur’un verdiği tesire binâen itimad ediyorum.
Fakat nefis, hevâ, his ve vehim bazen aldatıyorlar. Onun için, bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefis, heva, his ve vehme bakıyor; ihtiyatla davranırız.
Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi.
Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir.”
“Üçüncü Mâni: Korku ve tamahtır. Bu mâni diğer bir kısım mânilerle beraber ‘Hücumât-ı Sitte’de tamamiyle izah edildiğinden ona havale edip, Cenab-ı Erhâmürrahimînden bütün Esmâ-yı Hüsnâ’sını şefaatçi yapıp niyaz ediyoruz ki: ‘Bizler ihlası tamme muvaffak eylesin. Âmin.”