“Kur’an’ın mucizeli beyanı mucize lisanı ile ifade ediyor ki, demirin o kadar çok menfaatleri ve o kadar geniş faydaları vardır ki,
ABDULLAH AYMAZ
1971’de 12 Mart Muhtırası sonrası ışık evlere baskınlar oluyordu. Bornova Tepe Mahallesinde bir baskın olur. Polisler tam eve girerken cereyanlar kesilir. Evde tedbiren sadece bir SÖZLER kitabı bulunmaktadır. Tam da salonun ortasında sehpanın üstünde… Tedbiren kaplanmış olan Sözler’i eline alan bir öğrenci, polisler karanlıkta kalmasınlar diye bir mumu yakar ve kitabın üstüne koyar. Elinde Sözler ve üstünde yanan mumla polislerin gözü önünde bütün odaları gezdirip dolaştırır. Tabii o zamanların suç âletleri sayılan Risale-i Nur kitaplarını bulamayıp giderler…
Aynı günlerde Ankara’da üniversite öğrencilerinin de evlerine baskınlar yapılır. Hukukçuların kaldığı evlerden buldukları Risaleleri alıp öğrencilerle beraber askeriyeye teslim ederler. Çünkü Sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bir yüzbaşı öğrencilerin yanına gelir, nerede okuduklarını sorar onlar Hukuk Fakültesinde öğrenci olduklarını söyleyince masanın üzerindeki Risalelere yönelir ve en üste konulmuş olan Sözler’i eline alır: “Elde Kur’an gibi bir kitap varken ne diye böyle kitapları okuyorsunuz?” der ve kitabı ortasından açar ve okumaya başlar: “Elde Kur’an gibi, bir mucize-i bâkî varken…” der ve çarpılmış gibi, kitabı kapatıp kapıya yönelir. Demek ki, temiz bir Anadolu evladı idi. Ama maalesef aleyhte yapılan iftira ve propagandalar yüzünden menfi bir düşünceye kapılmış olduğu için öyle bir infial göstermişti.
* * *
Evet Üstad Hazretleri, Kur’an’ın 40 yönden harikalığını isbat eden Yirmi Beşinci Söz, Mucizât-ı Kur’aniye Risalesi’nin başında “Elde Kur’an gibi bir mucize-i bâkî varken, / Başka bürhan aramak aklıma zâid görünür. / Elde Kur’an gibi bir bürhân-ı hakikat varken, / Münkirleri ilzâm (susturup galip gelmek) için gönlüme sıklet (sıkıntı) mi gelir?” diyor?
Mesela, 1935’te hocaları, “Biz demiri indirdik. Onda şiddetli bir vuruş ve insanlar için faydalar vardır.” (Hadid Suresi, 57/25) âyetini ileri sürerek fenlerle meşgul olan birisi “Demir yerden çıkıyor; gökten inmiyor ki, ‘indirdik’ denilsin. ‘Çıkardık’ denilmesi gerekmiyor mu?” şeklinde bir itirazla zor durumda bırakıyordu. Onu bu sorusunu Üstad Hazretlerine sordular. O da bu hususu birkaç yönden ele alarak cevap vermiş.
Birincisi: Demirin nimet ve ihsan ciheti… Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan ‘indirdik’ kelimesiyle, demirdeki büyük ve çok önemli nimet cihetini ihtar etmek için, ‘indirdik’ buyurmuş. Çünkü yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, ‘çıkardık’ desin. Belki demirdeki büyük nimeti ve insanların demire ne derece muhtaç olduğunu ihtar etmek içindir. Nimet ise aşağıdan yukarıya belki Rahmet hazinesinden geliyor. (Veren el, alan elden üstündür) Rahmet hazinesi elbette âlî, yukarı ve mânen yüksek mertebededir. Elbette nimet yukarıdan aşağıyadır ve muhtaç olan insanların mertebesi aşağıdadır. Elbette in’am (nimet ihsan etmek) ihtiyacın üstündedir. Onun için nimetin Rahmet hazinesinden insanların imdadına imdat için gelmesinin hak tabiri ‘indirdik’tir, ‘çıkardık’ değildir. Hem tedrici (parça, parça, zamanla) ihracat insanların eliyle olduğu için ‘çıkardık’ sözü ihsan cihetini gaflet nazarına hissettirmez. Evet demirin maddesi murad olunca, maddi mekan itibariyle çıkarmaktır. Fakat demirin sıfatı ve burada kasdedilen mânâ nimet ise mânevîdir. Cenab-ı Hakkın merhametinin hadsiz yüce mertebesinin bir tecellisi olan rahmet hazinesinden gelen nimet, elbette en yüksek makamdan en aşağı mertebeye gönderiliyor. Hem İlâhî bir nimettir. Evet insanların bütün sanatlarının mâdeni ve ilerleyiş ve yükselişlerinin menbaı ve kuvvetlerinin vesilesi demirdir. İşte bu büyük nimeti ihtar için, minnet ve ihsan makamında, kemâl-i haşmetle ‘Biz demiri indirdik, onda şiddetli bir vuruş ve insanlar için menfaatler var’ ferman ediyor. nasıl ki, Hz. Davud’a en mühim bir mucize olarak ‘Onun için demiri yumuşattık. (Sebe Suresi, 34/10) ferman ediyor. Yani büyük bir Peygambere büyük bir mucize ve büyük bir nimet olarak demiri yumuşatmasını gösteriyor.
“İkincisi: ‘Yukarı’ ve ‘aşağı’ nisbî (izâfî) dir. Küre-i arzın merkezine göre bakarsak yukarı ve aşağı değişiyor. Hatta bize (Türkiye’ye) nisbeten aşağı olan bir şey Amerika kıtasına nazaran yukarı oluyor. Demek merkezden arzın yüzeyine gelen maddeler, arzın yüzeyinde olanlara göre vaziyeti değişir.
“Kur’an’ın mucizeli beyanı mucize lisanı ile ifade ediyor ki, demirin o kadar çok menfaatleri ve o kadar geniş faydaları vardır ki, insanın hanesi olan küre-i arzın mahzeninden çıkarılacak âdî bir madde değildir. Ve rastgele ihtiyaçlarda kullanılacak fıtrî bir maden değildir. Belki kainatı Yaratan Cenab-ı Hak tarafından rahmet hazinesinde ve KÂİNATIN BÜYÜK TEZGÂHINDA hazırlanmış bir nimet olarak, dünyada yaşayanlara ihtiyaçlarına vesile olmak için demiri indirmiş, diye demirdeki umumî menfaati ifade için, güya demirin gökten gelen Rahmet, hararet ve ziya gibi öyle şümullü faydaları var ki, KÂİNATIN TEZGÂHINDAN gönderiliyor, küre-i arzın dar ambarından değil. Belki kainat sarayındaki büyük Rahmet hazinesinde hazırlanarak gönderilip, küre-i arzın anbarında yerleştirilmiş; o ambardan asırların ihtiyacına nisbeten parça parça çıkarılıyor.” (Lâtif Nükteler)
Teleskopların gelişmesi ve ilmî araştırmaların derinleşmesiyle 1930’larda kainatın genişlemekte olduğu tesbit edildi. Bazı inkârcı materyalist anlayıştakiler alay etmek için “çatlak patlak teori” diye hakaret ettiler, ama bunun adı “büyük patlama” olarak kaldı. Ama bu inkarcılardan bazıları 1945’ten itibaren araştırmalara giriştiler. Gerçekten kainatın genişlediğini anlayınca “Demek ki, yeniden yaratma, genişletme var. Demek bir Yaratıcı var” dediler. Sonra demir üzerine yoğunlaştılar. Dünyanın, mağma tabakasının hatta güneşin hararetinin demiri imal edecek bir güçte olmadığını tesbit ettiler. 1956’larda demirin üretilmesinin süper novaların hararetiyle olabileceğine kanaat getirdiler. Halbuki Üstad Bediüzzaman Hazretleri daha 1935’te yazdığı ve Lâtif Nükteler kitabında neşredilen bu meseleyle, yani “Demirin KÂİNATIN BÜYÜK TEZGÂHINDA” hazırlanıp dünyaya indirildiğini ifade ediyordu. Aslında bu mânevî bir keşifti.