Samanyoluhaber.com Yazarı Abdullah Aymaz bugün bir yol hatırasını kaleme aldı
ABDULLAH AYMAZ
22 Nisan 1998’de Düsseldorf’tan Hanover’e giderken gece yolculuğunda olduğumuz için şöfor uyumasın diye, “Koca Yusuf, biraz geçmişinden bahset de dinleyelim” dedim. Başladı anlatmaya: Çocuktum, sokaktan eve gelmiştim. Çıplak ayaklarımı sobaya doğru uzatmıştım. Arife Hanım isminde gerçekten dindar ve bilge bir teyze de evde misafir olarak bulunuyordu. Benim ayak parmaklarıma baktı. “Bunun başparmağı, yanındaki parmağı ile bitişik. Hayırlı ve güzel bir insan olacak” diyerek bana dua etti. Bu olayı hiç unutmadım ve en sıkıntılı zamanlarımda hep bana bu sözler güç ve ümit verdi.
Fransızca dersimize bir hocahanım geliyordu. Bizim de komşumuzdu. Bana özel ders veriyordu. Bana, “Yaz tatilinde Edremit-Akçay’da Fransız turistlere rehberlik yaparsın, hem para kazanırsın, hem de Fransızcanı ilerletirsin.” dedi. Yaz tatilinde ben hazırlığımı yapıp yola çıktım. Bizim okuldan arkadaşım Ali ile karşılaştım. Bana, “Edremit’e varınca, Hasan Ağabey’e selam söyle” dedi ve yerini de tarif etti. Edremit’e gelince, garajdan Akçay’a gidecek arabalara baktım daha hareket saatine bir saat vardı. Hemen bu arada selamı yerine ulaştırayım diye Hasan Bey’in iş yerine gittim. Selamı söyledim. Bana bir çay söyledi. Biraz konuştuk. “Yemeğini yersin öyle gidersin, eğer geç kalırsak, Akçay yakın ben seni arabamla götürürüm” dedi. Rahatladım.
Sonra beni arabasına aldı. Yolda Akçay’daki turistlerin durumunu anlattı. “İstersen şu ileride öğrenci kampı var ders çalışıyorlar. Seni oraya götüreyim” dedi. Ben, “Babam beni çalışıp para kazanmak için gönderdi. Ona ne cevap vereyim!” dedim. “Sen 15 gün kal, sonra ben sana iş bulurum” dedi. Güvenilir bir ağızdan iş garantisi alınca, kabul ettim. Aslında tam yolların ayırım noktasında idim. Gerçekten sola devam etseydik, üstsüz turistlerin yanına gidecektik. Ama sağ yukarı giden yol, huzurlu bir yere götürdü, beni. Ayrıca baştan yola çıkarken, ağır başlı Ali ile karşılaşmasaydım yine ters bir yola girmiş olacaktım.
Aslında Ali, benimle ilgilenmek istiyormuş ama babamın sol kesimden ileri birisi olan okul müdürümüz ile alâkasını bildiği için, doğrudan ilgilenememiş. Fakat eline geçen Edremit fırsatını değerlendirmiş.Avcılar kampı çok güzeldi. Ağaçların arasından çay akıyordu. Suyu güzeldi. Çok güzel vakit geçirdik. 15 gün sonra Hasan Ağabey, Arif Amcayla beraber kampa geldiler. Hasan Ağabey beni alıp Edremit’e getirdi. Sonra Soma’dan tanıdığı bir inşaatçıdan bir iş buldu. Orada çalışıyor, akşamları dersanede kalıyordum. İki bin liradan fazla para kazandım. Patrondan izin isteyerek çöpe atılan çivileri de düzelterek biriktirdim. Sonra hem parayı, hem çivileri babama teslim ettim. Çok sevindi.
Fransızca dersimize giren hocahanım bana çok kızdı. Fakat daha sonraları gördük ki, oralara gönderdiği arkadaşlar hep bozuldular. Onlar için hiç iyi olmadı. Bizim çevremiz hep sol kesimdendi. Akrabalarımızdan bir mühendis vardı. Onu ideal bir kişi görüyordum. Bazan taksiyle beni gezdirdi.
Bir gün Mustafa isimli bir arkadaş okuyayım diye kazamızdan köye tatile giderken bana Risaleler vermişti. Ben de aldım eve gelince masanın üzerine bırakıp uyumuş kalmışım. Babam muhtar olduğu için Orman Müdürü ve diğer müdürlerle arası iyi idi. O sırada onlardan bir grup gelmiş. Masanın üzerindeki Risaleleri görünce, beni uyandırdılar, “Bu kitap kimin?” diye sordular. Ben şaşırtmıştım. Uyku sersemliğiyle, “Benim değil!” dedim. Çok zararlı kitapları olduklarını, başıma dert olacaklarını söyleyip tekrar “Kim verdi?” diye sordular. Ben de “Mustafa’nın” dedim. Tutup Risaleleri birer birer yaktılar. Birkaç gün sonra okul müdürü dersimize girdi. Mustafa’nın arkadaşı olan başka bir Mustafa’yı tahtaya kaldırdı. Olmayacak bir şeyi bahane yapıp çok feci şekilde dövmeye başladı. Aslında güçlü, kuvvetli bir arkadaştı. İstese, ufak-tefek bir yapıya sahip olan müdüre karşılık verebilirdi ama vermiyordu. Ağzından, burnundan kan akarken yine ceketini ilikliyor, efendilik ve saygısından hiç taviz vermiyordu. Sonradan bu dayağın sebebini anladım. Bana Risaleleri verenin o olduğu ihbar edilmişti. Ama İlâhi Adâlet, müdürü kısa zamanda çökertti. Çünkü çok geçmeden trafik kazasında hanımını ve kızını kaybetti. Kendisini alkole verdi. Alkolik olmuştu. Müdürlükten atıldı. Çok perişan. Ben de Bandırma’da gözümle gördüm.
Ben küçükken babam beni camiye Kur’an öğrenmeye göndermişti. Fakat öğrencilere nasıl davranacağını bilemeyen hoca bizi bir yere hapsetmişti. Ben pencerenin camını kırıp kaçtım. Hoca, “Eğer elime geçirirsem, kollarını kıracağım” denmiş. Ben de bir daha gitmedim. Fakat din bilgisi yönünden câhil kaldım.
Ben yaşadığımız kazamızda ablamla beraber kalıyordum. Ablam, bir gün “Benim canım sıkılıyor, köye gideceğim. İstediğin zaman, beni çağır hemen gelirim” diyerek köyümüze gitmişti. Ben yalnız kalmıştım. Bir sabah yanlışlıkla bir saat önce evden çıkmıştım. Kahvenin yanında Ali ile karşılaştım. Beni Ali, Ahmet ile beraber ikisi çay içmeye çağırdılar. Çay, içerken “Gel, bu hafta İzmir’e gideceğiz. Gezer tozarız.” dediler. Ablam olsa gidemezdim. Onun yokluğundan istifade ederek kabul ettim. Trene binip eğlene eğlene İzmir’e gittik. Bütün bunlar bir tesadüf değil; kader denk çizgisi ile, bir sevk idi. İzmir’de evleri talebeleri, ağabeyleri gördüm. Buca Kaynaklar köyüne yakın olan kamp yerine gittim. Muharrem Kalyoncu’nun hakemliği altındaki güreşi, daha doğrusu Kalyoncu’nun esprilerini görüp güldürücü hareketlerini seyrettim. Sonra da Hocaefendi bir konuşma yaptı. Bazı filozoflardan bahsetti. Onları, okuduğum kitaplardan tanıyordum. Çok dikkatimi çekti. Sahabelerden verdiği örneklerden gözlerim yaşardı. Böyle güzel hislerle dönüp geldim… Bütün bunları, merhamet ve lütfuyla Allah ayarlamıştı. Neticede liseden mezun olunca, İzmir Buca Eğitimi tercih ettim ve matematik bölümünü kazandım…