Yıllarca, her yolu, her plânı denemelerine rağmen bir türlü durduramadıkları Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniyenin hız kesmeden ilerlemesinden öfkeleri artıyordu.
ABDULLAH AYMAZ- SAMANYOLUHABER.COM
1946 yılında yani Şeflik Döneminde bilhassa Eylül ayında başlayan baskınlarda ele geçirilen dinî kitaplar özellikle de Risale-i Nurlar ve onları okuyanlar büyük cürüm işlemiş gibi muamele görüyor, maznun ve mağdurlara düzmece suçlar isnat edilerek işlenilen suçlar ve işkenceler mâzur gösterilmeye çalışılıyordu.
Yıllarca, her yolu, her plânı denemelerine rağmen bir türlü durduramadıkları Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniyenin hız kesmeden ilerlemesinden öfkeleri artıyordu.
Senirkent’te baskınlar gece yarısına doğru başlamıştı. Kalblerinde merhametin, vicdanlarında insafın izi kalmamış, gözlerini kan bürümüş ceberut tıynetli kimseler, üzerlerindeki resmî üniformaların himayesinde, kirli ve vicdanlarıyla insanların hânelerinin mahremiyetini ihlâl ediyorlardı. Önlerine çıkan her insana namlu doğrulttular, süngü tehditleri, dipçik darbeleri ile yataklarından kaldırıldılar ve günlük elbiselerini giymelerine bile fırsat vermeden karakola götürdüler.
Ancak üç beş kişinin sığabileceği daracık nezarethanelere elleri ve gözleri bağlı onlarca insanı doldurdular ve günlerce susuz bırakmaları yetmiyormuş, zarurî ihtiyaçlarını gidermelerine bile izin vermediler. Mecbur kalıp etrafı kirletenleri de bundan dolayı ayrıca ve daha şiddetli bir şekilde cezalandırmakla tehdit ettiler.
İş bu kadar da kalmadı bu mazlumların her birine sorgulama sırasında çeşit çeşit işkenceler ettiler, hakaretli sözler söylediler, falakaya yatırdılar, farklı psikolojik işkencelere mâruz bıraktılar.
İslam Yaşar Beyin tesbitiyle; menhus ruhlarının sadist salgılarını, bu menfur mezâlimle teskin edemeyince, maznunlara yiyecek birşeyler getiren, arayıp soran akrabalarını veya haklarında hüsn-i şehadette bulunan arkadaşlarını da benzer muamelelerle hayattan bezdirdiler.
Bu zecrî tedbirlere, maddî mânevî işkencelere ve keyfî mahkûmiyet kararlarına mânî olmak için üst mercilere yapılan bütün müracaatlar karşılıksız kaldı, itirazlara cevap verilmedi, delillere, ispatlara, şâhitlere itibar edilmedi.
Altı ay kadar devam eden Senirkent Fâciası’nın her safhasında Dr. Tahsin Tola da vardı… Bu zât, Isparta’nın Senirkent kazasında, Tolazâdelerden Abdullah Nail Bey ile Gülsüm Hanımın kurdukları ailenin ilk çocuğu olarak 1 Mart 1911 yılında doğdu. 1936 yılında Tıp Fakültesinden mezun oldu ve o sene Muş’un Varto kazasına tayin edildi. Bir süre orada çalıştıktan sonra, önce Balıkesir’in Manyas kazasında ardından da kendi memleketinde Hükümet ve Belediye DOKTORLUĞU yaptı.
İşte tam bu dönemde Senirkent’te bu zulümler icra ediliyordu. Dr. Tahsin Tola’nın da Risale-i Nurları okuduğunu bu zâlim icraatın başında olanlar da biliyorlardı ama onun taşıdığı sıfatlardan ve ona karşı bütün halkın sevgi ve sempatisinden dolayı ve bir de onun medenî cesaretinden çekindiklerinden dolayı kendisini nezarete atamadılar. Her ne kadar mahkemeye verdilerse de mahkûm ettiremediler.
Lâkin; melek mizaçlı munis bir insan olduğundan; kardeşlerine, akrabalarına ve onlardan ayırmadığı mâsum insanlara revâ görülen kötü muâmelere karşı koymak için, zelil insanlarla muhatap olmak zorunda kalması, ona en az içerdekilerin çektiği kadar ağır geldi.
Bilhassa sabî denecek yaşta çocukların ve yetmişlik gazilerin bile, aynı muamelelere tâbî tutulmaları karşısında, sesini duyuracak bir merci bulamaması, masum insanların haklarını aramak istedikçe haksızlığa uğraması ve zulüm görmesi, hissettiği azabı dayanılmaz bir hâle getirmeye yetti.
Dr. Tahsin Bey bu gibi hezeyan hâdiseleriyle boğuşurken, kendisini içlerinden biri sayıp halleriyle hallendiği, dertlerini dert edinip sıkıntılarını giderdiği ve acılarını bölüşüp sevinçlerini paylaştığı köylüler defalarca yanına gelip yalvardılar: “Emret, bir gecede o melunların dairelerini başlarına yıkıp, canlarını Cehenneme gönderelim.” dediler. Zâhiren, halim-selîm görünmelerine ve şahıslarına yapılan eziyetler karşısında, tahammüllü olmalarına rağmen; vatan, millet, din ve namus değerlerine müdahale edilmek istendiği zaman hepsinin birer aslan kesildiğini bilirdi.
Fakat Dr. Tahsin Tola, hadiseler karşısında tehevvüre kapılmayan bir fıtrata sahip olduğu ve henüz kendisini görmediği Said Nursi’nin eserlerinden, müsbet hareket etme dersini aldığı için, menfi yollara tevessül etmedi. O gaddar zâlimlere, meşru yollarla mukabele etmeye karar verdi ve onların tehditlerine, baskılarına rağmen; aylarca süren mücadeleler neticesinde maznunların suçsuzluğunu ispatladı.
Tahsin Tola’yı müstesna kılan bir başka hususiyeti de ondan sonra tezâhür etti. Köylülerin, kendilerine zulmeden JANDARMALARI evlerinde ağırlamalarını istedi. Sonra yolda giderken o jandarmaların karda mahsur kalıp donma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını öğrenince de hemen o mazlum köylülerle yardımlarına koşup bir fâciayı önledi. Böylece, insanlığa örnek olacak güzel bir insanlık dersi vererek, “zâlimi de, mazlumu da İNSAN olan” korkunç bir faciadan, milletin iftihar edeceği mükemmel bir ZAFER çıkardı… İnsanın ve insanlığın zaferi…
Hâdiseye şâhit olup hayran kalan Nureddin Topçu da bir yazısında: “Senirkent köylüleri gibi olunuz; size zulmeden jandarmaları doyurunuz. Muvaffak olursunuz. Gandi, dünyaya; Dr. Tola Anadolu insanına ruhunu tanıtmak istedi.” diyerek takdir hislerini ifade ettiği gibi fazilet mücadelesinde muvaffak oldu.
Tahammülü çok zor olan bu süreci yaşayan günümüz mağdur ve mazlumlarının da Senirkent’te cevir ve cefâ çekenlerden alacakları ibret ve dersler olsa gerek…