Ahmet Altan , Silivri Kapalı Cezaevi’nden, gözaltına alınmasının ikinci yıldönümü olan 10 Eylül 2018’de bir yazı gönderdi
2011 Uluslararası Hrant Dink Ödülü sahibi Ahmet Altan’ın, Hrant Dink Vakfı’nın 14 Eylül 2018’de düzenlediği “Geçmişe Bakmak, Geleceği Tasarlamak” Konferansı II. Oturumunda okunmak üzere, Silivri Kapalı Cezaevi’nden, gözaltına alınmasının ikinci yıl dönümü olan 10 Eylül 2018’de gönderdiği konuşma metnidir:
Tarih, insanoğlunun kötülükten beslenen zaaflarından oluşuyor.
Adına tarih dediğimiz kanlı karmaşanın en belirgin nedeni olan zaaf ise sanırım o hastalıklı “üstün olma” isteği.
Bir Makedon kralının Hindistan’ı ele geçirme arzusunu, atlılarını Anadolu’ya kadar koşturan bir Moğol imparatorunun tutkusunu, Napoleon’un Moskova’yı zaptetme kararını, Hitler’in dünyanın tek efendisi olma hayalini, çıkar güdüsüyle, akılla, mantıkla açıklamak bana çok zor gözüküyor.
Sonuçta bunların hiçbiri bu saldırılarından bir çıkar sağlayamamış, aksine kendileri de toplumları da çok ağır bedeller ödemişler.
Eğer akla, mantığa, çıkarlarına uygun davransalardı bunların hiçbirini yapmamaları gerekiyordu.
Geçmiş, akılla açıklanamayacak böyle yüzlerce, binlerce örnekle dolu.
Daha şaşırtıcı olanı, insanoğlunun bu kanlı tecrübelerden bir ders çıkarmaması, sonuçta ağır bedeller ödeyeceğini bile bile “üstün olma” ihtirasına sıkı sıkıya sarılması.
Günümüzde de bu hastalıklı zaaf, “milliyetçilik” sloganıyla şahlanmış durumda.
Üstelik günümüzde, gelişen bilim sayesinde hep birlikte huzur ve barış içinde yaşamak mümkünken bu kanlı budalalığın insanlar tarafından inatla sürdürülmesi, insanoğlunun ruhundaki ölümcül zaafı hiçbir dönemde olmadığı kadar açık ve net bir şekilde önümüze koyuyor.
Kendilerini korkunç zaaflarının kollarına zevkten sarhoş olmuş bir hâlde bırakan insanlar en çok da, “bu zaaf sizi acı içinde yok olmaya götürür” diyerek onları uyarmaya çalışan aydınlarına düşmanlar.
Zaaflarıyla övünenlerin, bu zaafı yüceltenlerin en belirgin özelliğinin “aydın düşmanlığı” olduğunu düşünüyorum.
Aydınları sadece öldürmek değil onları aşağılamak, küçümsemek, değersizleştirmek de istiyorlar.
Stefan Zweig 1942’de Brezilya’da intihar ettiğinde Almanya’da Nazi yanlısı bir gazete onun ölümüyle ilgili bir yazı yayınlayarak şöyle diyordu:
“Bir mülteci yaşamı daha alışılmış şekilde sona erdi.”
Vatanını, partisini, Führer’ini seven yeteneksiz bir gazeteci, Zweig gibi bir yazarı küçümseyip kendisinin daha üstün olduğuna inanabiliyordu.
Hitler o gazeteciye kendini Zweig’den daha değerli bulma yanılgısını bağışlıyor, o gazeteci de karşılığında Hitler’in zulmünü yürekten destekliyordu.
Bugün “popülizm” adı verilen ilkel bir milliyetçiliğin ucuz sloganlarıyla coşan kalabalıklar, sadece kendilerine benzemeyenleri cezalandırabilmek, üstün olduklarını hissedebilmek ve aydınları küçümseyebilmek için binlerce yıllık bilim ve sanat birikiminin sağladığı huzurdan vazgeçiyorlar.
Toplumların bir afyon tutkunu gibi milliyetçilik zehrini, bu zehrin kendilerini yok edeceğine aldanmadan içtiğini görüyoruz. Toplumları mahvoluşa sürükleyen milliyetçilik zehrinin tek bir panzehiri bulunuyor: Aydınlar.
Toplumlar, bir yandan kendilerini öldürecek milliyetçilik zehrini yutarken, bir yandan da içlerindeki yaşama içgüdüsüyle o zehrin panzehiri olan aydınları yaratıyorlar.
İçindeki bu temel çelişkinin sonucunda toplum kendi bünyesinde oluşan zehirle panzehirin ateşli çatışmasını yaşıyor. Bu çatışmanın sonucunda da toplum kaderini belirliyor.
Tarih boyunca sayısız kabile, kavim, millet, devlet yeryüzünden silinip gitti. Çoğunun adını bile hatırlamıyoruz. Bu yok oluş sürecine baktığımızda genellikle aydınlarını yok eden toplumların kendilerinin de yok olduğunu görüyoruz.
Böyle toplumların tarihten silinmesi sadece aydınların uyarılarının eksilmesinden kaynaklanmıyor, toplumun aydınlarını yaşatacak hayatiyetini yitirmesinden, içtiği zehrin panzehirini üretecek gücü kalmamasından kaynaklanıyor.
Hemen hemen her yanda milliyetçilik volkanlarının zehirli lavlarını kalabalıkların üstüne boşalttığı günümüzde, bu korkunç zehre rağmen aydınlarını yaşatacak hayatiyete sahip olanlar büyük bir ihtimalle bu salgını atlatacaklar. Aydınlını yaşatmayanlar, o hayatiyeti kaybedenler yok olacaklar.
“Türkiye’de ne olacak” sorusuna gelince…
Türkiye’de milliyetçilik kabarıyor, aydınlar ise gittikçe azalıyor, dağılıyor, etkisizleşiyor. Toplum kendi panzehirini üretemiyor.
Türkiye’nin kurtuluşu, öncelikle siyasi bir muhalefetin değil entelektüel bir muhalefetin oluşmasıyla, milliyetçilik zehrinin ölümcül etkisini toplumun bünyesinden arıtacak panzehirin yaratılmasıyla mümkün olabilir gibi geliyor bana.
Peki Türkiye içindeki zehri arıtan bir panzehiri yaratacak hayatiyete sahip mi?
Bu topluma “barışın” önemini anlatmaya çalışırken öldürülen Hrant Dink’i andığımız bugün bu soruya olumlu bir cevap vermek ne yazık ki çok zor.
Ama ben her şeye rağmen Türkiye’nin bir mucizeler ülkesi olduğuna inanırım.
Daha önceleri de milliyetçiliğin çok azgınlaştığı, aydınların öldürüldüğü, susturulduğu karanlık ve zorba dönemlerden geçti.
Son anda bu toplum hayata tutunmayı, aydınlarını yeniden yaratmayı becerdi.
Bunun bir daha gerçekleşeceğini ümit ediyorum.
Bu ümitten vazgeçmek, toplumun iştahla yuttuğu zehri yutup ölümü kabullenmek anlamına gelecek.
Ve ben ölünceye kadar o zehri yutmamaya ve ümidi kesmemeye kararlıyım.