AK Parti'ye kapatma davasında şok detay!

AK Parti'ye kapatma davasında şok detay!
Dönemin Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can, gündemi sarsacak röportajın 2. bölümünde AK Parti'ye kapatma davasında iddianameye delil olarak konulan belgeler ve konuşmalar üzerinde nasıl tahrifat yapıldığını anlattı.
O gruplaşma içine almaya çalışmadılar mı sizi? YARSAV'a beni almaları böyle oldu. Şimdi geçmişe baktığımda daha net görebiliyorum. Hakim ve savcı sosyolojisiyle ilgili Türkiye'de ilk yazıları yazınca epey tartışma oldu. TESEV araştırmaları bu yazılarım üzerine başladı. Tabi yüksek yargıçlar epey eleştirmişlerdi beni. "Ne demek yani, bize taşralı mı diyorsun?" falan diye. Eleştiriler devam etti, yargıda mutlaka bir değişime ihtiyaç var dedim. Ardından o dönem YARSAV'ı kuran arkadaşlarımız geldiler "Yargıçların dernekleşmesi gerektiğini düşünüyoruz” diye. 2005 yılıydı... Yargıçların dernekleşmesi, gerekirse sendikalaşması benim de altına imza attığım bir şeydir tabii. Ve bu minvalde "tabii ki" dedim. Bir ara YARSAV'ın kapatılması için dava açıldı, bu davanın neden reddedilmesi gerektiğine yönelik argümanlar hazırladık. Ama özgürlük için bunları yapıyoruz... Daha doğrusu ben öyle zannediyordum. Değil miymiş? Değilmiş. Özden Örnek'in günlükleri ortaya çıktığında durumu fark ediyoruz. O günlüklerde yargının mobilize edilmesi yani yargının da harekete geçmesi lazım, deniyor. Silahlı ve silahsız kuvvetler vardır. Toplantılar yapılıyor. Onların bir yansıması ve sonucu olduğunu aşağı yukarı görebiliyorsunuz. O günkü YARSAV bunun için kurulmuş, o ilk kadro da öyle. Çok kısa bir süre içinde siyasi bir savaşa girişince durumu fark ettik. Peki dönelim kapatma davasına. İddianame geldi. Sonra ne oldu? Ceza muhakemesi kanunu 2005'de yürürlüğe girince iddianamenin reddi diye bir müessese geldi. Daha önce böyle bir şey yoktu. İddianame gelir gelmez dava açılmış oluyordu. Ama artık mahkemenin önce iddianameyi görüp “kanuni şartları taşıyor mu?” diye bir bakması lazım. Ben hızlı bir şekilde baktım iddianameye. Neler gördünüz? O iddianame ilk geldiğinde iddianamenin olgulara dayanmadığını, hazırlanmasında ciddi problemlerin olduğunu gördüm. Problemlerden biri iddianamenin bir kısmının YARSAV'da hazırlandığına ilişkin bir kanıt idi. Bu bir şoktu benim için. Buna benzer bir çok şeyi hızlı bir şekilde ön inceleme raporu haline getirdim. "Böyle bir iddianameyle dava açılamaz, iddianame niteliğine sahip olmayan bir suçlama belgesidir” dedim. YARSAV üyesi miydiniz o zaman? Tabi, ben YARSAV üyesiyim hala. Düşünsenize… Neyse dedim ki böyle bir iddianameyi siz kabul edemezsiniz. Bir de şu var; yeni ceza muhakemesi kanununa göre savcı lehte olan delilleri de toplamak zorunda. Lehte tek bir delil sunulmamış. Sanki iddia edilen laikliğe aykırı eylemler dışında bu parti hiçbir şey yapmamış. 5-6 yıldır iktidarda, sayısız icraat var ve lehte hiç bir şey sunulmamış, böyle bir şey olabilir mi? Kanuni şartları yerine getirmediğinden dolayı böyle bir iddianamenin kabul edilemeyeceğini söyledim, reddini talep ettim. Sonra müzakereler yapıldı ve iddianame kabul edildi. En büyük tartışma Abdullah Gül konusunda yaşandı. Gül Cumhurbaşkanıydı. "Cumhurbaşkanı olduğu için dokunulmazlığı vardır. Burada bir değerlendirme söz konusu olamaz. Onu katmayalım." dedi bazıları. İddianame ilk geldiğinde genel kanı neydi? Herkes kapatılacağını bekliyordu. Hissetmemek mümkün değil. 2007'de de benim etrafımdaki herkes darbe olacağını söylüyordu, ben maceracıların olabileceğini ama Türkiye'ye böyle bir darbenin gelemeyeceğini söylüyordum. Bunu söyleyen çevre kim? Hukuk mu? Hem o çevreden, hem insan hakları konusunda çalışmalar yapanlardan. Herkeste öyle bir beklenti vardı. Partiyi kapatacaklar, darbeyi yapacaklar. Sonra iddianame üzerinde yoğunlaşmaya başladım. Tabi yoğunlaştıkça da çok huzursuzluk verici, rahatsızlık verici şeyler ortaya çıktı. Ne gibi şeyler? Oyun vardı kısacası. Orada ciddi bir oyun vardı. Bir senaryoydu. Hayır. Daha öncekilerde böyle bir oyuna gerek yok. Kürt partilerinin kapatılması konusunda oyuna gerek yok. Çünkü devletin genel algısı bellidir. Milliyetçi-muhafazakarlar da bölünme korkusuyla en azından ikna edilebilirler, edildiler de... Sosyalist İşçi Partisi ve benzeri partilerde de bu işlemez. Ama AK Parti gibi güçlü bir partiyi kapatmak için, geniş bir koalisyon içinde oyun oynamak zorunda kalırsınız. Örneğin dönemin meclisinde muhalefet yapma biçimine bakabilirsiniz. Komisyonlarda ve genel kurulda kanunlarla ilgili müzakerelerde, muhalefetin daima Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının tehdit algısını harekete geçirecek bir dil kullandığını, bu dilin sonra kavram ve argümanlarıyla iddianameye geçtiğini görürsünüz. 2002'den itibaren kanunları görevimiz gereği incelerken bunların 2008'deki iddianame metni içinde karşıma çıktığını görünce, koalisyonu fark ediyorum. Başkaca problemler de var. Örnek verir misiniz? Birinci temel problem Abdullah Gül'ün pozisyonuyla ilgili. Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde dış temsilciliklere üç tane kripto göndermesi ve o kriptoda Fethullah Gülen cemaatinin ve milli görüş teşkilatının desteklenmesini talep etmesi meselesi var. Dolayısıyla "Türkiye Cumhuriyeti aleyhine mücadele eden örgütler, Dışişleri Bakanlığı eliyle destekleniyor, bunlarla işbirliği yapılması isteniyor" diyorlar. Bu kriptolarda tam da bu minvalde bir şeyler yazıldığı söylendi. İddianamede var bu zaten... Evet aynen böyle yazıyor. Siz kriptoyu gördünüz mü? Ben o kriptoyu daha sonra gördüm. Zaten şöyle bir şey var; ben iddianamedeki tüm argümanları ve delilleri teker teker inceliyorum. Bir kere önce şuna bakmak zorundayız; orada iddia edilen şeyler gerçeklemiş midir? Gerçekleştiyse eğer anayasaya aykırı mıdır, değil midir? Ama önce gerçekleşip gerçekleşmediğine bakarız. İncelerken şunu fark ettim... İddianamede Almanya'nın raporlarında Milli Görüş Hareketinin İslami terör örgütü olarak geçtiği iddia ediliyor. İşte Dışişleri Bakanlığı bu örgütlere destek sağlamıştır diye iddianameye koymuşlar. Bunun üzerine ben de Alman Anayasayı Koruma Kurumunun raporlarına baktım. O raporlarda "Almanya'daki İslami örgütler ya da oluşumlar" diye bir başlık var. Bunu kendi içinde ikiye ayırıyor, şiddetle ilgisi olmayan ve şiddete bulaşan diye. Ve milli görüş şiddetle ilgisi olmayan kurumlar içerisinde gösteriliyor. Burada bilinçli bir çarpıtma var. Bunun üzerine daha dikkatli bakmaya başladım. Peki o kripto nasıl girmiş iddianameye? Dış temsilciliklerden bir tanesi Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na o kriptonun bir örneğini gönderiyor. Kripto gizlidir, dışişlerinin kozmik odasında kalır. Dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, Dışişleri Bakanlığı'ndan o kriptoların asıllarının gönderilmesi talep ediyor. Dışişleri Bakanlığı da "bunlar gizli belgelerdir ve buradan çıkmaz" diyor. Ama şöyle bir öneri getiriliyor; "Eğer arzularsanız bir elemanınızı görevlendirin o gelsin burada baksın." Savcı Eminağaoğlu oraya gidiyor… Evet. Dışişleri Bakanlığından da birisi de yanında. İsmi arşivlerde vardır. Bu kriptolara bakıp not alıyorlar. Ardından kendi görüşlerini yazıyor, "Bu kriptolarda şunlar vardır" diye, altında Dışişleri Bakanlığındaki o kişinin de imzası var. Oysa ki kripto tam da öyle değil. Ama bunu bilmiyoruz, bunun doğruluğundan hareket ediyoruz. Alman anayasa kurumunun raporunun çarpıtıldığını görünce şu kriptoların asıllarına bakılması gerektiğine kanaat getirdim. Ne oldu sonra? Kriptonun içeriği neymiş? Dışişleri Bakanlığı ile temas kurduk. Mutlaka o kriptoya bakılması gerektiğini söyledik. Biz sonra Anayasa Mahkemesi olarak kriptoların asıllarını gördük. Kriptoların asıllarında yer alan ifadelerle, iddianameye yansıtılanların uymadığını da gördük. Bir tek siz mi gördünüz, başkaları da gördü mü? Başkaları da gördü. Anayasa Mahkemesi üyeleri de bunu gördü. Ben dehşete düştüm. Orayı görünce ciddi bir problemle karşı karşıya olduğumuzu gördüm. Ne yazıyordu kriptoda? İddianameye ve eklerine göre "Bu gruplara destek verilsin ve işbirliği yapılsın” yazıyor. Bu şekilde lanse ediliyor. Fakat kriptonun içeriğinde şu husus öne çıkıyor; "Oralardaki Türk vatandaşlarının bulundukları ülkelerin gizli servisleri tarafından kötü niyetli bir şekilde kullanılmaması ve aşırılığa kaçmalarının önlenmesi için onlarla iletişim halinde bulunulması." Yani istenen şey bu… Bu devletin anayasal görevidir zaten. Yapması gereken bir şeydir. Üstelik kriptolarda zorlama değil, izin ve takdire bırakma tarzında çekingen bir dil kullanıyor. Aşırı grupların faaliyetlerinin de izlendiği özellikle belirtiliyor. Ama bu ifadeler uçmuş gitmiş vaziyette... Çok ciddi bir çarpıtma, suç değil mi resmi kriptonun içeriğiyle oynamak? Bilinçli bir çarpıtma söz konusu. Tabii ki suç… Bir de Fethullah Gülen ile ilgili bir şey vardı. Onun okulları için de aynı şekilde aynı nedenlerle "Bunlarla iletişim içerisinde olunsun, bulundukları devletler tarafından kullanılmasını engellemek amacıyla devletin ilişkisi kopmasın" deniliyor. Üstelik bu kriptoların benzerleri daha önceki hükümetler tarafından da gönderiliyor. Belki bir iki ifade değişikliği belki olabilir, bu kadar... Dışişleri kaleme alıyor yani... Evet, dışişlerinin bir iradesi olarak oraya gidiyor. Siz bunu kalkıp terör örgütünün desteklenmesi, şeriatçıların desteklenmesi, devletin başına bela getirilmesinin resmi olarak ortaya koyuyorsanız, yazının içeriğini çarpıtarak not alıp iddianameye aktarıyorsanız, bu masum değil. Bunu fark edince "Biz bu davayı kabul etmeyelim" noktasına gelindi mi? Tartışıldı mı? Hayır, bu ve benzeri pek çok çarpıtma çok net olarak ortaya çıkınca mahcubiyet gerçekleşti, tartışmaya girmediler. Ama 6 kişilik bir grup vardı, buna rağmen, bunları laikliğe aykırı delik kabul ediyoruz dediler. Kim bunlar? İsme gerek yok. Kapatılmasını talep edenler, 6 kişi, karar gerekçesinde var. bu çok net olarak ortaya çıktığı halde yine de bu delildir, dediler. İsim vermeyeyim birisi mahcubiyet içinde baktı, ama yine de "Olsun ben böyle kabul ediyorum." dedi. Osman Paksüt mü bu bahsettiğiniz? İsim söyleyemem. Gerekçede, kayıtlarda ve tutanaklarda var zaten. Şimdi siz söylemiyorsunuz ama ben bir vatandaş olarak oradaki görüşmelerin içeriğini öğrenemiyor muyum? Şeffaf ülke, şeffaf devlet diyoruz... Siz ayrılmamış olsanız belki de bunları konuşamayacaksınız. Mesela oradaki kapatma davasının tutanakları yok mudur? Aslında olması gerekiyor. Şeffaf devlet iddiası varsa eğer, olması gerekiyor. Mahkeme ses ve görüntülü kayıt sistemi kurmuştu, ancak kullanmadı. Normalde raportörler tutanak tutarlar, ancak resmi değil. Bazen bunlar dosya arşivine girer. Siz tuttunuz mu? Bütün süreçle ilgili detaylı tutanak tuttum. Konuşmalar vs… Benim imzamla arşivde. Kapatma davasında üç kişi tutanak tuttu ve onları karşılaştırarak imzalayıp dosyaya ekledim. Eğer Ergenekon savcıları Anayasa Mahkemesi'nden oradaki tutanakları isterlerse, gönderilebilir, kanaatindeyim. Peki... 1-Kripto meselesi, 2-Alman Anayasayı Koruma Kurumu... Başka var mıydı böyle çarpıtmalar? Bazı delillerin nasıl üretildiğini gördük. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, bir gazete, bir siyasi partinin meclis grubu... CHP ve Cumhuriyet Gazetesi mi? Doğrudan söylemek istemem bir takım şeyleri. İddianameye ve eklerine bakarsanız isimler yazılı zaten. O yüzden sordum ben de… Nasıl delil üretiliyor? Örneğin bir yerde, bir odada öğretmenin namaz kıldığı resmediliyor. Bu resmi oradaki muhalif sendika temsilcilerinden bir tanesi çekiyor. Kendi sendikasının antetli kağıdıyla birlikte, bir ciddiyet kazandırıyor buna. Ve sendika bunun bir nüshasını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderiyor, bir nüshası da gazete ve o partiye gidiyor. Önce haberleştiriyor. Sonra Meclis Başkanı'na soru önergesi olarak veriliyor. Meclis Başkanlığına verilen soru önergesi de haberleştiriliyor. Bu haber kupürü gelip iddianameye yerleşiyor. Kaç tane vardı bunlardan? Çoktu. Üretilmiş delil derken, yoktan üretilmiş değil. Hakikaten bir tane öğretmen bir tane odada fırsatını bulmuştur, namazını kılmıştır mesela. Bu iddia haline getiriliyor. Bazen başka yerde kılmıştır da okulda kılınmış havası yaratılıyor. Öğrencilere kıldırmaya dönüştürülüyor. Böylece laikliğe aykırı bir eylem haline getiriliyor. Bunlar bu şekilde sendika, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, gazete, parti ilişkisi üzerinden farklı bir konteksin parçası haline getiriliyor ve bu şekilde iddianameye yerleştiriliyor. Yani organize işler... Sonra gazetedeki iddiaların ya da olguların iddianameye aktarılması açısından şöyle çarpıtmalar oluyor; kişi konuşmamıştır, kişinin böyle konuştuğuna ilişkin bir yorum haber vardır. Kişinin konuşması değil, bu yorum kısmı alınıyor. "Böyle böyle demiştir." diye iddianameye koyuluyor. Aslı nedir peki? Konuşmanın iki üstündeki ifadedir mesela, ama gazetedeki haberde bir çarpıtma var. Gazetedeki haber nasıl oluyor biliyor musunuz? Öncesinden bold yazılıyor ve kişinin gerçek konuşmasına gelince de farkı göremiyorsunuz. Alıntı yapılmış gibi sunulmuyor. Ve o konuşma hakikaten sanki o kişinin, örneğin Ak Parti belediye başkanı ya da milletvekilinin konuşmasıymış havası yaratılıyor. O havayla iddianameye giriyor. Nasılsa raportörler bunlara bakmazlar, nasılsa davalı parti de "Yahu burada bir yanlışlık vardır." diye detayına falan da girmiyor. Pek çok gazete yapmış bunu. Başka ne gibi çarpıtmalar vardı? Ses kaydı, video kaydı vs denmiş. "Şöyle konuşmuştur." deniyor, ama öyle bir konuşma o video kayıtlarında yoktur. Yani kişilerin yapmadığı konuşmalar yapılmış gibi gösteriliyor. Söylenmemiş ifadeler söylenmiş gibi iddianameye aktarılıyor. İnanılır gibi değil! Nasıl oluyor bu? Size hakikaten bir konuşma getiriyorlar. Siz o konuşmanın içeriğine bakıyorsunuz, evet o kişi bu konularda konuşmuş, ama iddianameye giren sorunlu ifade yok bunun içinde... Nasılsa bakmayacak diye, öyle mi? Nasılsa bakmayacak. Başbakan'ın Endonezya'da verdiği bir demeç vardı, bir de Alman Gazetelerinde yayınlanmış demeçleri, bir iki bakanın da vardı. Buralarda da tercümeler çarpıtılmış... Burhan Kuzu da mağdurlardan… Çok kişi hakkında buna benzer deliller vardı. Ben başta oluşan o kuşkum nedeniyle artık bütün video ve ses kayıtlarının dakika ve saniye hesaplamasıyla incelenmesi gerektiğini söyledim. "430 DELİLDEN 400'Ü ÇÜRÜDÜ" Başta kaç delil vardı, kaçı çürüdü? Yanlış hatırlamıyorsam 430 civarındaydı. Bazıları delil olmadığı için çürüdü. Bazı delillerin çarpıtıldığı anlaşıldığı için çürüdü. Zorlamayla 27-28 tane delil kaldı geriye. Yani anayasal açıdan anlam ifade edebilecek delil olarak. Başka kimlerin böyle çarpıtılmış konuşmaları vardı? Arınç'ın kahvaltılı bir basın toplantısı vardı mesela iddianamede, çok konuşulan... O da var... Bir basın toplantısı ve bu basın toplantısında hem Leyla Şahin ile ilgili karar hem de Abdullah Öcalan ile ilgili karar, Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin kararı tartışılıyor. Uzun bir konuşma yapıyor. Bu uzun konuşmanın güya çözümü yapılmış ve bu çözüm iddianameye aktarılmış vaziyette. Teknik konularda bana yardımcı olmak üzere iki raportör arkadaşım heyetin önerisiyle görevlendirildi, teker teker titiz bir şekilde inceledik onları. 3 kişinin gözüyle inceledik. Ve orada bir baktık ki Bülent Arınç'ın konuşmasının paragraflarının yeri değiştirilmiş. Konuşma bambaşka bir anlama büründürülmüş. Lehine olabilecek bazı ifadeler ve koca paragraflar çıkarılıyor, ama çıkarılmamış gibi gösteriliyor. Biz onu izlemesek fark etmeyeceğiz. Peki bütün bunlar oluyor, AKP uyuyor mu? Uyuyor. "Bunlar zaten bizi kapatacaklar" diye mi bakıyorlar? Mesela Bülent Arınç, "Kardeşim siz iddianameye koymuşsunuz ama ben böyle bir şey demedim." demiyor mu? Hayır tam tersine AKP bütün bu konularda "Bunlar düşünce özgürlüğü kapsamında şeylerdir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi böyle böyle diyor." şeklinde savunma yapıyor. Böyle bir araştırma yapmamışlar. Bu şekilde bir savunma çıkıyor bizim karşımıza. Biraz kes kopyala yapıştır vaziyeti yani... Abdullah Gül de mi yapmıyor? Yani bu kriptoda böyle bir şey yazmıyor demiyor mu? Cumhurbaşkanından bize doğrudan bir savunma gelmedi. AK Parti'den bize bir savunma geldi, sözlü ve yazılı savunmaları getirdiler, koydular önümüze. Biz onları değerlendirdik, ama Cumhurbaşkanı ne düşünmüştür bilmiyoruz. Anladığım kadarıyla bir iddianamede bu kadar uydurulmuş delillerin olabileceği hiç kimsenin aklına gelmiyor? Gelmiyor. Yani AK Parti'nin en büyük itirazı işte google'dan, kağıtlardan kesip yapıştırma bir iddianamedir falan diye oldu. En büyük itiraz o, başka yok. Tüm bu tabloyu görünce Anayasa Mahkemesi üyeleri ne dediler? Bunlara benzer çok şey vardı. Ben baştan heyete problemleri aktardım. Ama sürekli şunu söylediler; "Parti buna itiraz etmediyse biz delil kabul ediyoruz." Ardından görüntüleri de seyrettirince bu sefer şok oldular. "Biz baştan yanlış yapmışız." dediler. Dediler mi? Evet. "Bilseydik bunu baştan itibaren kabul etmezdik." falan dediler. Ama o zamana kadar bir çok delili de biz tartışmış olduk mesela. Burhan Kuzu ile ilgili o şeyler ortaya çıkmamış olsaydı, Burhan Kuzu'nun ismi de Anayasa Mahkemesi'nin kararında laikliğe aykırı eylem gerçekleştiren insanlar arasında sayılacaktı. Az önce "YARSAV tarafından hazırlandığının kanıtları var." demiştiniz. Nedir bunlar? Yarsav- işçi partisi ilişkisinin dışında YARSAV bürosunda hazırlandığına işaret eden delil kağıtları var. Gerçi siyasi parti kapatmayla yetkili bürodaki tüm savcılar zaten YARSAV üyesiydi. YARSAV antetli kağıtlar mı vardı iddianemede? Evet, ... Bir tarafında YARSAV yönetim kurulu kararı falan var, arkasına delil yapıştırılmış. Bütün bunlara bakarken "Kardeşim bunlar suç" demiyor muydunuz? Heyette ben bunu dile getirdim ve "burada ciddi problemler var bu böyle kabul edilemez" dedim. En son olmayan kelimelerin bu şekilde işin içine katıldığı, delil üretildiği falan kabul edilince yanlış hatırlamıyorsam bir de Abdullah Gül ile ilgili durum ortaya çıkınca o zaman "bu suç" dediler. Suç ama... Suç duyurusunda bulunan oldu mu? Sonra heyetin bir kısmı da "herhalde işgüzarlık olmuştur, yanlışlık yapılmıştır. Kurumları karşı karşıya getirmeyelim." düşüncesiyle sessiz kalındı geçildi. Ama ben sessiz kalınmasını hazmedemedim, karara yazılması gerektiğini belirttim. Ve hakikaten de Anayasa Mahkemesinin üyeleri daha sonra bunun kararda geçmesine razı oldular. Kararda çok açık bir şekilde bazı delillerin farklılaştırılmış bir şekilde iddianameye aktarıldığı şeklinde bir ifade var. "Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına büyük suçlama" diye başlıklar hatırlıyorum. Fazla gündem oluşturmadı, kaldı öyle. Ö dönemin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya, bunun üzerine bir açıklama yaptı, "Böyle bir şey yok." diye. Ama bunun bir anlamı yoktu, Mahkemenin kararında delil çarpıtıldığı hüküm altına alınmış. Yani suç işlendiği kabul edilmiş... Başka neler vardı iddianamede? Delilerin üzerindeki kurşun kalemle yapılan işaretler, muhalif bir siyasi parti mensubunun yapacağı cinsten. Medyada bu partiden nefretini gizlemeyenlerin kullandığı kısaltmalar, sıfatlar vs not olarak kaydedilmiş vaziyette. Herhalde büyük bir özgüven duyuyorlar sonuca ilişkin olarak... Mesela iddianamenin kurgusu, iskeleti, akıl yürütmesi Ergün Poyraz'ın kitaplarına göre. İddianamenin eklerine Emin Poyraz'ın kitabı konuluyor. Ama ekte yer alan o kitabın niye oraya konulduğuna ilişkin en ufak bir ifade yoktur. Oysa eke ne koyuyorsanız, iddianameyi onun üzerine inşa edersiniz ve iddianamede ona referans verirsiniz. Bu etik dışı bir davranıştır. Yani Ak Parti kapatma davası, Ergenekon'un, Türkiye derin devletinin olağanüstü bir operasyonuydu. Bu çok açık. İddianamenin ve bu delillerin bu hale geldiğini gördükten sonra hukuka, Anayasa Mahkemesine, mesleğinize olan inancınıza ne oldu? Hukuka olan inancım yok olmaz. Hukuk ile hukuk düzeni aynı şey değil.. Ama Türkiye'de hukuk olarak inşa edilmiş olan düzene inancım derseniz, evet yıkıldı. 2005-2006'larla birlikte başladı problem, 2006'nın sonunda 367 ve ardından 27 Nisan'la falan ciddi bir çatışma ortamı ortaya çıktı. Hep özgürlükçü yorumla bir şeylerin düzeltilebileceğine inandım. Bu iddianameye kadar. Ama artık o iddianameyi de görünce bağlar bütünüyle koptu. Sistemin hep böyle kurgulandığını o zaman fark ettim. Ve bunun üzerine artık yeni tez üretmeye başladım. Weimar dönemini okudum Almanya'ya ilgili, Franco dönemini, Salazar dönemini okudum. Derin devletin nasıl bir örgütlenme meydana getirdiğini ve gerektiğinde faşizme kadar gidebileceğinin örneklerini de görünce bunun Türkiye'deki iz düşümünün yaşandığını fark ettim. O dönemde tüm bunları anlatmayı hiç düşünmediniz mi? "Gideyim, bir basın toplantısı düzenleyeyim." noktasına geldiğiniz olmadı mı hiç? Öyle hissettiğim çok oldu. Fakat şöyle bir şey var ben çekip gitmek bir kaçış. Bir şey talep etmem, ama çekip gitmem. Sonuna kadar getirmeyi arzularım. Ve orada tarihi bir şeyler yaşanıyordu. Tarihi karar anlarında mücadeleyi terk etmek, hukuka ve adalete inançsızlık anlamına gelirdi. Kendime anlatamazdım sonra... Karar alınırken tartışma çıktı mı? 3 gün boyunca tartıştık, müzakere ettik. Tüm bu delillere rağmen 3 gün konuşuldu mu bu iş? Rapor onlara gidiyor, raporu herkes okuyor, ondan sonra görüşmelere başlanıyor. Orada herkes kendi pozisyonunu alıyor. Herkes siyasi pozisyonunu alır ama ne siyasi pozisyon alırsa alsın, hukuk çerçevesi dışına taştığı andan itibaren saygılılık biter. Yani öyle de bir yerdir, mahkeme. Açıkça söyleyeyim hukuki çerçeve içinde kalmak zorunluluğunun da yıkıldığı bir dönem oldu 2008. Yani daha siyasi konuşuldu öyle mi? Kimileri için ölüm-kalım meselesi oldu herhalde, bu nedenle o hukuki çerçeve de yıkıldı. Çünkü önce Anayasadaki açık yasağa rağmen başörtüsünü serbest bırakan Anayasa değişikliği iptal edildi. Ardından tüm bu kanıtlara rağmen, kapatılmasını isteyen bir çoğunluk da oldu orada. Ve hüzünlendim ben buna... Böyle olmamalıydı. Ve kapatılmasını istemeyenler mesela 5 kişi klasörler dolusu kendi çalışmalarını yapmışlar. Analizlerini yapmışlar, bakmışlar, sayfalar dolusu yazı ve bir çok kitap okuyup gelmişler. Ama kapatılmasını isteyenlerin 1-2 kişi dışında önlerinde kurşun kalem, bir müsvedde kağıdı dahi yok. Yine bir 6 kişiden bahsediyoruz herhalde? Evet ve bazılarının ellerinde tek satır not yok. Durum böyle... Her bir delile ilişkin benim açıklamamdan sonra sadece "Delildir kapatılsın” deyip geçiyor, hüküm kuruyorlardı. Bu arada çok kritik bir ilke kararı da ortaya çıktı. Biliyorsunuz kapatma kararı için 7 kişinin oyu gerekliydi. Şimdi 400'ün üzerinde delillerin oylanmasında bu orana uyulmazsa, o zaman 6 kişi delillerin geçerliliğine karar verecek. Delillerin tamamı kabul edildikten sonra, yani 400 delille diğer kişilerin iradeleri baskılanacak ve parti kapatılabilecekti. Ve parti kapatmanın zorlaştırılmasına ilişkin anayasa kuralı anlamsızlaşmış olacaktı. Bunun yanlışlığını tartışmaya açtım. Uzun tartışmalardan sonra görüşüm benimsendi. İlke kararı alındı: sonuca etkili tüm oylamalar son oylama çoğunluğuna tabi hale geldi. Yani parti kapatma için gerekli çoğunluk neyse, delilleri değerlendirecek çoğunluk da o olmalıydı... Ve bunun üzerine delillerin neredeyse %90'i değerlendirmeye alınmadı. Salt çoğunluk olmuş olsaydı, hepsi delil olacaktı. Mesela üyelerden bazıları neredeyse tamamına "evet bu delildir, kapatılsın." dedi. Nasıl denebildi peki, mesela kripto için nasıl delil denebilir? Dendi ama... Bunu da görebiliyorsunuz işte.. Bunlar hüzün verici şeyler. Ve delil meselesinde, çarpıtmaları görünce Anayasa Mahkemesi Başkanı dedi ki; "Böyle olduğunu bilseydik eğer. Biz baştan itibaren kararımızı verirdik." Orada başka bir üye de dedi ki; "Günaydın. raportör ne zamandır bunu anlatıyor size." Ardından ikinci bir ilke kararı çıktı. O ilke kararı Anayasa Mahkemesi kararına yazıldı. O da şu: "Bir parti mensubunun eylemi, onun tarafından kabul edilmezse ya da başka delillerle o eylemin gerçekleştiği kuşkudan uzak şekilde kanıtlanamadıysa, parti savunmasında bunu kabul etse dahi delil kabul edilemez." Çok önemli bir ilke kararıydı. Yani o ilke kararlarının hepsi bu davanın ne kadar vahim olduğunu gösteriyor. Diğer bir vehamet ise, bu ilke kararlarında AK Partinin hiç bir katkısı yok. Ne oylama meselesine itiraz ettiler. Ne de kendilerinin idam fermanı niteliğindeki hatalar ve çarpıtmalara değinip buna itiraz ettiler. Siz niye yapılanlar hakkında suç duyurusunda bulunmadınız? Benim yapacağım mahkeme heyetine itiraz etmek ve durumu ortaya koymaktı. Onu da yaptım. Anayasa Mahkemesi orada suç duyurusunda bulunmak zorundaydı. AK Parti suç duyurusunda bulunmak zorundaydı. Anayasa Mahkemesinin kararında o ifadelerin geçmiş olması bile başlı başına çok önemlidir. AKP de yapabilirdi. Partinin yapması lazımdı, ama yapmadı. Artık bitti, kapanmadık. Dolayısıyla her şey halloldu havası içerisine girdiler. Ki bu partinin zaten zaafı budur. Halen aynı şeyi yapıyorlar. Nasılsa şimdi her şey yolunda diyorlar. Ama sistem değişmedi. Bürokratların değişmesiyle de değişmiyor... Peki şimdi iddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Başsavcıları hakkında suç duyurusunda bulunuldu ve soruşturma açıldı. Şimdi rövanşist bir tavır deniliyor, yargıyı ele geçirdiler deniliyor. Ama anlattıklarını duyunca geç kalınmış bir soruşturma diyorum. Haksız mıyım? Doğru geç kalınmıştır. “Şimdi bunu yapanlar yargılansın, hesaba çekilsin" vs peşinde değilim. Ama bu hukuk cinayetinin aydınlatılması ve toplumsal hafızaya kazınması gerekiyor... Bunun için atılan adımları rövanşist olarak nitelemek doğru değil. Toplumsal hafıza ve bilinç önemli. Rövanşist olmamak için de şahıslarla değil, sistemle ilgilenmek, sistemi demokratikleştirmeyi birinci gündem maddesi yapmak gerek. Yani yargılama bu amaca hizmet etmeli... Siz niye ayrıldınız Anayasa Mahkemesi'nden? Belli bir noktadan sonra Anayasa Mahkemesinde kalmak mümkün değildi. Bir yandan akademisyenim ve üniversiteye dönmem gerekiyordu. Diğer yandan Anayasa Mahkemesi gibi sistemin merkezindeki bir kurumda çalışmak suretiyle bir paradigma değişimini sağlamanız çok fazla mümkün değil artık. Belli tezlerim, söylemlerim vardır, anayasa hukukuna, devlete ilişkin, toplumsal düzene ilişkin. Mahkemede kalmakla bunları gerçekleştirmem mümkün değil. Türkiye artık belli bir noktaya geldi. Referandumda da Anayasa Mahkemesinin yapısı değişti. Daha da değiştirilmesi lazım. Ama artık büyük krizlerin aktörü olmaktan çıktı. Benim için mücadele alanı şimdi toplumsal alan, bilimsel ve entelektüel alan... HABERTÜRK
05 Şubat 2012 16:12
DİĞER HABERLER