* Yandaki QR kodu kullanarak bu yazıyı dinleyebilirsiniz. Yapmanız gereken çok basit. Akıllı telefon ya da tablet bilgisayarınıza "QR Scanner" uygulamasını indirin. Uygulamayı açıp, kameraya kodu okuttuğunuzda ses dosyası otomatik olarak açılacak.
***************************************************
Zor zamanlar vardır; tezcanlılarla soğukkanlıları birbirinden ayırır. Çetin sınavlar vardır; çilekeş insanlarla dertsiz-gamsızları birbirinden ayrıştırır. Fitneler vardır; dimdik sıradağlar gibi duranlarla her rüzgâr karşısında eğilip bükülenlerin çaplarını ortaya çıkarır...
Son haftalardaki tartışmaları, bir de bu açıdan değerlendirmek lazım. Büyük resmi unutmak, ilk yanlışı ifa etmek anlamına gelir. Tartışmalar üzerinden toz duman tam kalkmış değil; ancak meselenin ilk andaki bulanık görüntüleri geride kalıyor. Olayın aslını faslını belki ilerleyen tarihlerde daha net görebileceğiz; ancak bu aşamada bile sorulması gereken bazı somut sorular var. Sanırım konuya, o sorular yöneltilip de bakıldığında nasıl bir akıl tutulması yaşandığı daha net anlaşılır.
En temel sorun şu: "Cemaat", AK Parti'nin ya da Sayın Başbakan'ın kötülüğünü ister mi? Başka bir deyişle; Başbakan'a ya da AK Parti'ye bir zarar geldiğinde "cemaat"e bir yarar gelir mi?
Bu temel sorunun cevabı gayet açık: Ne Başbakan Erdoğan'a zarar gelmesi ne de AK Parti'nin yıpranması "cemaat"e bir fayda sağlamaz. Çünkü camia, hayatın gerçekliği içinde AK Parti ile aynı zeminde duruyor. Bu zemini şöyle tarif etmek mümkün: Türkiye'nin demokratikleşmesi, her türlü vesayetin sona erdirilmesi gibi idealler tabii ve demokratik bir ittifaka yol açtı. Bu ittifak sadece parti ve camiadan da ibaret değildir; çok daha geniş bir zeminde, çok farklı zümrelerden insanlar ortak hareket etme lüzumunu hissetmiştir. Bu atmosfer Türkiye'ye çağ atlatmış, elli senede yapılamayacak işler on seneye sıkışmıştır.
"Cemaat"in 12 Eylül referandumuna verdiği çok büyük destek bu kadar açık ve net iken neden Türkiye'yi yolundan döndürmek isteyenlere yarayacak bir çekişme yaşansın? Ya da daha 6 ay önce gerçekleşen seçimde "Yeni anayasa" idealini paylaştığı AK Parti'ye can u gönülden destek veren ve hiçbir beklentiye girmeksizin fedakârca çalışan insanlar şimdi neden aynı partiye düşman kesilsin? Ortada daha demokratik hedeflere yürüyen bir siyasi parti oluşumu olmadığına, Türkiye'nin demokratikleşmesi konusunda Tayyip Erdoğan'dan daha cesur bir lider çıkmadığına göre niçin insanlar daha birkaç ay önce canla başla desteklediği AK Parti'ye sırtını dönsün; hatta onun kötülüğünü istesin?
Ne yazık ki ağzından çıkanı kulağı duymayanlar "Cemaat-AK Parti kavgası" deyip bu akıl dışı senaryoları işleyip durdu. Bir akıl tutulması yaşandığı kesin. Her alanda ve her kesimi kapsayan bir akıl tutulması. Bu basiret bağlanması yanında yeni bir gerçek de su yüzüne çıktı: Öteden beri hazımsızlık yaşayan; hatta belli bir oranda öfke ve nefret besleyen kişilerin varlığı ile karşı karşıya gelindi. Müthiş bir "cemaat" düşmanlığı yapıldı; üstelik bu bazen maalesef camiaya yakın kişiler tarafından yapıldı. Çilesiz, ıstırapsız insanlar zannediyorlar ki bu ülke bugünkü haline bir çırpıda geliverdi. Oysa durum çok farklı.
Türkiye'nin daha yaşanır bir ülke haline gelmesi için her kesimden insan kristal bir vazo taşıdığının farkında olmalı. O vazonun içinde bu ülkenin, bu bölgenin hatta beşeriyetin huzurunu öngören bir reçete bulunmaktadır. Her kesimden insan bu vazonun bir ucundan tutuyor. Tutması da gerekiyor. Ne var ki etrafta elinde çekiçle gezen, balyozla dolaşan çok insan var.
Türkiye sevdalısı insanların, balyozcu çilesizlere müsaade etmemesi şart. Çünkü "Yeni Türkiye"nin oluşması onlarca yıldır sürdürülen çok büyük bir mücadelenin sonucudur. İçinde alın teri var, gözyaşı var... Ömründe bir damla gözyaşı dökmeyen dertsizlerin tahribatına izin vermemek gerekiyor. Basit bir binayı inşa etmek için bile her bir tuğlaya emek vermek gerekir. Ya tahrip? Bir kibritlik haince bir şeydir tahrip etmek...
Ortaya çıkan fitneden dolayı sevince gark olmuş, yeni fırsatlar için bekleşen anti-demokratik zümrelerin varlığı aşikâr. O zümreler uzun bir dönemden beri böyle bir fırsat arıyordu. "AK Parti'yi bölmek için ajanlar" kullanmak istediler. Muvaffak olamadılar. Tayyip Erdoğan ile Abdullah Gül arasında fitne çıkarabilmek için yanıp tutuştular. Onu da başaramayınca parti içinde tanınan başka simaları o bünyeden koparma gayretine düştüler. Oradan da büyük bir şey çıkmadı; kopan, koptuğuyla ortada kaldı. Şimdi, "AK Parti-cemaat kavgası" çıkarmak, camia ile partiyi birbirine kırdırmak istiyorlar. Bu planlamayı körüklemeye müsait çok sayıda safdil var piyasada. İşgüzar insanlar böyle puslu bir havaya zaten meftundur. Neyse ki Türkiye'nin bugüne geliş seyrinin öncüleri, dava ruhunu yüreğinde hisseden, hangi çileli yollardan geçildiğini unutmayan, basiretli ferasetli insanlar. Onların feraseti olmasa, yaşanan olaylar sonrası ortaya konan performansın şahadetiyle, o mukaddes emanet çocuksu ruhların bağırtılarına kalacak.
Türkiye, bu güzel günlere ortak akıl vasıtasıyla geldi. Bizi o kadim karanlık günlere döndürecek yegâne unsur akıl tutulmasıdır. Tam bu aşamada bu ülkeye sevdalı herkesin elini vicdanına koyup yeni fitneler karşısında daha temkinli, daha duyarlı, daha basiretli, daha makul davranması gerekiyor.
İbret almak gerekmez mi?
İnsanların insanlarla, kitlelerin kitlelerle sınavı yeni sayılmaz. Tarihte bunun örneği çok; özellikle de İslam tarihinde. Zübeyr bin Avvam (ra), elinde kılıçla Hazreti Ali'nin (ra) karşısına çıkar. Ali Efendimiz, bir çocukluk hatırasını nakleder Zübeyr bin Avvam'a. Der ki; "Ya Zübeyr, hatırlıyor musun, sen de çocuktun, ben de. Allah Rasulü (sas) sana dedi ki, 'Ya Zübeyr, bir gün Ali'nin karşısına çıkacaksın; ancak o gün sen haksızsın'." Zübeyr Efendimiz, bir anda şoke oldu; o günlere gitti hayalen ve hakperest bir tavırla, "Hatırladım." deyip gerisin geriye döndü. Ne var ki işgüzar birisi Ali taraftarlığına soyunarak büyük bir zulüm yaptı. Zübeyr'i (ra) şehit etti ve bu feci hatayı bir maharetmiş gibi Hz. Ali'ye (ra) müjdelemek istedi. Hazreti Ali, o kara haberi alır almaz adamı cehennemle müjdelediğini söyledi, çünkü Zübeyr'in kanına girenin akıbeti belliydi.
Hz. Ali (ra), Peygamber Efendimiz'in (sas) amcasının oğluydu. İlk çocuk sahabeydi. Damad-ı Nebî idi; Hasan ve Hüseyin Efendilerimizin babası, Âl-i Beyt'in atası, evliyaullahın şahıydı. Cennetle müjdelenmiş on sahabeden biriydi. Zübeyr bin Avvam (ra) da Hazreti Rasulullah'ın (sas) halasının oğluydu. İlk çocuk sahabelerden biriydi. Efendimiz'e (sas) suikast yapıldığı, şehit edildiği haberi yayılınca, kılıcını kuşanıp Mekke'nin göbeğinde o çocuk yaşına rağmen bütün zalimlere meydan okuyan bir yiğitti. O da aşere-i mübeşşereden (cennetle müjdelenen on sahabeden) biriydi.
Ne var ki kader bir gün bu iki dağ gibi adamı karşı karşıya getirdi. İkisinin de kendine göre haklı sebepleri vardı, gerekçeleri vardı. İkisi de farklı atmosferin tesiri altındaydı. Benzer durumlar tarih boyunca onlarca, yüzlerce kere yaşandı. Normal şartlarda asla birbirine ters düşmeyecek insanlar, çeşitli sebeplerin zorlamasıyla karşı karşıya geldi. Hz. Osman (ra) gibi, Aişe Validemiz (r.anha) gibi, Ammar bin Yasir (ra) gibi, Ebu Zerr (ra) gibi ashabın önde gelen isimleri, zaman zaman bu türlü imtihanlara katlandılar, etrafın toz duman olduğu devirlerde yaşadılar. Sonunda mutlaka bir gün o toz bulutu dağıldı ve bazı gerçeklerle yüz yüze geldi insanlar. Hadiselerin seyrine kendini fena halde kaptıranların, dost, arkadaş, kardeş demeden dümdüz gidenlerin mahcup olduğunu gördük hep. Keşke herkes, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu düşünüp ileride mahcup olacağı işi bugün yapmasa. Velev ki tarih gerçekleri ortaya çıkarmadı, ya öbür âlem? Zamanın ahir zaman olduğunu hatırlayarak, eminim pek çok mevzua daha duyarlı yaklaşacağız.