20 Temmuz darbe senaryosundan sadece 5 gün sonra. Soru işaretlerinin havada uçuştuğu, ülke çapında cadı avının başladığı, 4-5 senedir kademe kademe gücü elinde toplayan Erdoğan ve çevresinin gücü tamamen eline aldığı günler.
MEHMET DİNÇ - tr724.com
20 Temmuz darbe senaryosundan sadece 5 gün sonra. Soru işaretlerinin havada uçuştuğu, ülke çapında cadı avının başladığı, 4-5 senedir kademe kademe gücü elinde toplayan Erdoğan ve çevresinin gücü tamamen eline aldığı günler. Ülke çapında yüz binlerce devlet memuru, rütbeli rütbesiz asker, polis, hakim, savcı ve avukatın, emniyet nezaretlerinde işkence gördüğü kavurucu günler. Bununla da yetinmeyen gözü dönmüşler, gücü tamamen eline almanın pervasızlığıyla, kadın, çocuk ve yaşlılara dahi ilişerek kin ve nefretlerini gösterdiği günler.
“Darbe kalkışmasının” 5. günü Mersin’de üniversite öğrencilerinin kaldığı eve gece 01:00’de yaklaşık 30 TEM polisi, ellerinde uzun namlulu silahlarla baskın yapıyor.
“Anlatın” öğrenciler “ne anlatalım memur bey” demeye kalmadan ağza alınmayacak küfürler, hakaret ve küfür eşliğinde evlerini didik dik arıyorlar. Hakaret ve küfürler yerini sille, tokat, dipçik darbelerine bırakmış, 4 üniversite öğrencisi yaklaşık 30 polis tarafından sabahın 5’ine kadar dayak ve işkence görmüşlerdi. İşkence gören 22 yaşındaki üniversite öğrencilerinden Sarı Hoca, “Birkaç saat ağır dayak yedikten sonra, TEM bölge müdürü Yaşar Gidiş’in içeriye girmesiyle o zaman kadar yediğimizin dayak olmadığını anladık” diyor.
4 üniversite öğrencisi, 4 saat 30 polisin dayak ve işkencesine maruz kaldıktan sonra, işkenceci polislerle birlikte doktor raporuna götürülüyor. Doktorun “darp var mı” sorusuna polisle göz göze gelerek “darp yok” cevabı vermekten başka ellerinden bir şey gelmiyor. Ardından 2 gün nezarethane, savcıya ifade, 10 dakika mahkeme ve 17 ay süren ağır cezaevi günler, yine dayak, yine hakaret, yine küfür… Henüz 20’li yaşlardaki bu gençler,özgürlükleri ellerinden alınan ağır işkence, tonlarca hakaret, küfür yiyen, psikolojik işkence gören bu gençler 17 ay sonra suçsuz bulunarak beraat kararı veriliyor. Henüz birkaç gün geçmeden yeni bir soruşturma açılan Sarı Hoca, çareyi yurt dışına kaçmakta buluyor. “Sarı Hoca” yaşadıklarını Türkiye’de yaşanan yüz binlerce olaya ışık tutması ümidiyle paylaşmaya karar veriyor. Şimdilerde bir Avrupa ülkesinde iltica talebinde bulunan, Sarı Hoca’nın ilk hedefi cezaevi günlerinde yazdığı, cezaevlerinde, Meriç’te, Türkiye’de yaşanan kurşun gibi ağır günleri kaleme aldığı yaklaşık 80 bölümlük dizi senaryosunu hayata geçirmek.
Cezaevinde iki defa intiharın eşiğinden dönen, her şeye rağmen hayata tutunmayı başarabilen Sarı Hoca’nın ağzından dinleyelim yaşadıklarını…
4 saat işkence, küfür, dayak
Hayatımızı karartan, hayallerimizin üzerine toprak serpen korkunç günler 20 Temmuz 2016, gece 01’de “kapıyı açın polis!” bağrışmaları ile başladı. 4 arkadaşımla birlikte kaldığım öğrenci evine 20-30 TEM polis girdi, bizleri yere yatırdılar, kafamıza silah dayayıp, hakaret ve küfürler saat beşe kadar işkence darp, dayak, küfür ve hakaret eşliğinde dövdüler. Vücudumuzun birçok yeri yüzlerimiz ve kafalarımız kan revan içinde kaldı. Arkadaşım yüzünde oluşan yara aylarca gitmedi, hatta aylar sonra ilk görüşmemizde “yüzündeki yara hâlâ gitmemiş kardeşim” dediğimde “İnşallah hiç gitmez” demişti. Saat 05:00’e kadar bizi dövdüler, kafamıza uzun namlulu silahları dayayıp tetiğe bastılar, korku ve çaresizlik içinde artık oradan kesinlikle sağ kurtulamayacağımızı ve öleceğimizi düşündük. Bizi, herhangi bir gerekçe göstermeden, sorgusuz sualsiz, neyle suçlandığımızı söylemeden tam 4 saat ağır işkenceyle dövdüler. Birkaç saat dövdükten sonra TEM bölge müdürü Yaşar Gidiş geldi, o zaman kadar yediğimizin dayak olmadığı anladık. Anne, bacı, aile fertlerimizden küfür yemeyen kalmadığı gibi inandığımız değerlere, peygambere kadar küfürler ettiler…
Doktor kontrolüne işkenceci polisle girdik
Oradan doktor kontrolüne götürdüler fakat doktorun odasına, bize işkence yapan polislerle giriyoruz. “Darp var mı?” sorusuna, yediğimiz ve emniyete götürüldükten sonra yiyebileceğimiz dayak ve işkenceleri düşünerek “darp yok” demek zorunda kalıyoruz. Bana sıra geldiğinde doktorun elini tutup kafamda oluşan kocaman şişliğe götürerek “darp yok” diyebilmiştim. Sonradan belgeyi okuduğumda en azında kafamdaki darp izlerini rapora geçirdiğini gördüm.
TEM’de dayak devam ediyor; “başlarım abdestinize de namazınıza da”
Bu kaskatı karanlık gecenin bir türlü sabahı olmuyordu, sağlık kontrolünden sonra TEM şubeye götürüldük, orada da küfürler eşliğinde dayaktan geçirildik. Nezarete girdiğimizde şehrin ileri gelenleri, valiler, vali yardımcıları, albaylar, yarbaylar, hakimler, savcılar da oradaydı. “Burası TEM ….. çocukları, … bomba sokacağız” tehditleri arasında tuvalete gitmek, abdest almak için bile yalvara yalvara izin istiyor “başlarım sizin abdestinize de namazınıza da” tepkisiyle karşılaşıyorduk. Öyle bir atmosfere bürünüyorsunuz ki, “Ya beni burada öldürecekler ya da buradan kafayı yemiş olarak çıkacağım” diyorsunuz.
Elektrik şokundan kısmı felç kalan arkadaşlarım oldu
Hayatında belki de ilk defa emniyete götürülen bizler, “terörist”likle yaftalanıyorduk. Belirli bir süre sonra emniyette sorguya alındık. “Sizi nerede yakaladık, hücre evinde, anlatın bakalım kimler geliyordu bu hücre evine, yöneticiler kim, bu evlere asker, savcı, yargı mensupları geliyor mu?” şeklinde sorular sorduklarında ‘biz öğrenciyiz, eğitimden başka düşüncemiz yok’ yanıtı veriyoruz fakat dayak yemekten kurtulamıyorduk. Sadece İzmir cezaevinde en az 150 insanla tanıştım ve işkenceyi birebir yaşadım ve birçok arkadaşımdan dinledim. 28 gün işkencede kalan arkadaşım var, 17 kilo verdi, emniyetten çıkarılıp ormanda ters asıldı, tekrar getirilip elektrik verildi, kısmı felç kalan arkadaşlarım oldu.
2 gün sonra hakim karşısına çıktık, 10 dakikada hüküm verildi, 17 ay cezaevinde kaldım
Emniyetteyken, sadece algı için günde iki defa sağlık kontrolüne götürülüyorduk. Her indiğimiz yerde kameralar hazır, koruma barikatları arasında bizi geçiriyorlar. 2 gün sonra hakim karşısına çıktık;
– Neden burada olduğunuzu biliyor musunuz?
– Bilmiyoruz
– Verdiğin ifadeyi kabul ediyor musunuz ?
– Evet
– Tamam çıkabilirsin.
4 kişi 10 dakikada yargılandık ve tutuklandık. O arada polis aşağıya telefon ediyor; “kameralar hazırlansın hainler geliyor”. Aşağıya ters kelepçe iniyorsunuz onlarca insan size kameralar önünde hakaret ediyor.
Cezaevine ilk giriş
Artık cezaevine ilk girişimiz, güvenlik taraması için üzerimizdeki her şeyi çıkarmamızı istediler. Merdiven boşluğu gibi bir yere soktular, bu sefer de gardiyanlar, aile fertlerimizden sövmedikleri kimseyi bırakmadı. Hepimizi aynı koğuşa verir misiniz? dedim “tamam merak etmeyin” dedi ama hepimizi ayrı ayrı koğuşlara vermişlerdi.
Artık yaşadıklarım dayanılmaz hale geldi, gece herkes uyurken elime bardağı aldım, kırıp duvarın dibinde ölümü bekleyecektim, yapamadım, inandığım değerler engel oldu. Sonra bir kere daha düşündüm ama yapmadım. Cezaevi değişmiş bizi İzmir’e göndermişlerdi. Bir rüya gördüm, benim için dönüm noktası oldu, o rüyadan sonra hayata pozitif bakmaya başladım. Spor yapmaya başladım. Risale bilgim fena değildir. Artık o günden sonra çevremdekilere risale anlatmaya başladım. Sabrı, orucu, Kur’an’ı, Rabbe ibadet etmenin tadını zindanda öğrendim.
İki defa intihara teşebbüs ettim
Mersin cezaevinde 1 ay kaldım hayatım boyunca asla unutamam Mersin Cezaevi günlerini. Neden diyeceksiniz? 5 kişilik koğuşta 15 kişi kalıyorduk. Bazı abiler tuvaletin önünde bazıları merdiven önünde yatıyordu. Her sabah ve akşam askeri sayım vardı . Gardiyanlar bağırıyordu ‘sağdan say ‘ başlıyorduk bir iki diye. Açık konuşayım korkuyorduk. Bu olaylar biter belki işkenceyi bile unuturum ama bir şeyi asla unutmayacağım. Mersin cezaevi günlerinden bir gün tüm koğuşlarda bir hareketlilik başladı . Koğuş kapısı açıldı ve gardiyan bağırdı ‘herkes traş olacak.‘ Biz tabi ki şaşırdık ne oluyor demeye kalmadan gardiyan tekrar bağırdı ‘sırayla çıkın.’ Koğuştaki herkes sırayla çıkmaya başladı. Çıkıp gelen abinin saçları üç numaraya vurulmuş şekilde içeri giriyordu ve içeri giren herkes sanki şoka girmiş gibiydi. Ve sıra bana geldi koridora çıktım. Gardiyan ‘çıkar üstünü’ dedi. ‘Bende çıkardım koridordaki sandalyeye oturdum elleri kolları jiletli dövmeli mahkum uzun sarı saçlarımı küfür ederek kesmeye başladı. Gardiyan arkamda oda küfür ediyordu. Diyordu ki gardiyan ‘müdür bey böyle söyledi herkesin saçı aynı olacak’ saçlarımı kesti ve ‘kalk’ dedi. Kalktım ama şoka girmişim size yemin ederim iki adım atamadım sonrasında gardiyan beni ittirdi, öyle kendime geldim. Sonra koğuşa girdim ve yere yığıldım. Hayatımda hiç bu kadar ağladığımı hatırlamıyorum resmen bitmiştim. Bu anı hiç unutamıyorum. Bu olaydan sonra zaten İzmir’e sürgün edildik. İzmir hapis günlerinde bir gün artık karar verdim intihar edecektim. Yaşadıklarım dayanılmaz hale geldi. Gece herkes uyurkken elime bardağı aldım, kırıp duvarın dibinde ölümü bekleyecektim, yapamadım, inandığım değerler engel oldu. Sonra bir kere daha denedim tuvalette ama yapmadım. Ahiretimi kaybetmekten korktum. İşte o zaman Üstad’ın ‘eğer dinim beni intihardan men etmeseydi bu Said toprak altında olurdu’ sözünü çok iyi anlıyorsunuz. İzmir hapis günlerinde bir rüya gördüm. Benim için dönüm noktası oldu. O rüyadan sonra hayata pozitif bakmaya başladım. Spor yapmaya başladım. Risale bilgim fena değildir. Artık o günden sonra çevremdekilere Risale anlatmaya başladım. Sabrı, orucu, Kur’anı, Rabbe ibadet etmenin tadını zindanda öğrendim. Zindan benim için o günden sonra medrese olmaya başlamıştı.
Evde kitap bulundurmak yasak, ama abi cezaevine Risale’yle geldi
İlginç bir hadise yaşandı, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin eski talebelerinden birisi, gelirken çantasında risale getirdi ve ona müsaade ettiler, o risale zaten cezaevinin her koğuşunda dolaştı. Hikmet nazariyle bakarsanız çok anlamlı. Hem de hangi kitap geldi, tamamen cezaevi bahislerinden oluşan Şualar. Neresini açsanız sizden bahsediyor, “Aziz sıddık kardeşlerim birbirinizi tenkit etmeyiniz, bizler ne yapsak da bu imtihandan kaçma şansımız yoktur, kaderimiz ve rızkımız bizi buralara getirdi, kaderin bize takdir ettiği son lokmayı alana kadar buralarda beklemek zorundayız”. Başka bir sayfa açıyorsunuz, “Bizler Nur talebeleriyiz, belki 2 belki 4 yılda bir buralara gelmekle mükellefiz, belki bu baharda çıkabiliriz, kışlar soğuk, bahar güzeledir”. Sayfayı karıştırıyorsunuz Zübeyir abinin savunması, Hüsnü abinin yazılarını okuyor vücudunuza enjekte ediyor, daha iyi olmaya başlıyor ve yeni gelenlere moral motivasyon veriyorsunuz. İnsan ne dayaktan, ne işkenceden ne sürgünden, ne de hücrede ölüyor, o bataklıktan sizi çıkaracak bir şey mutlaka oluyor, hiçbir şey olmasa cezaevinin avlusunda gezen karınca bile size umut oluyor.
Bir çekirgem vardı, adını “Tito” koymuştum. Onula konuşurduk, sonra Tito öldü. Bir abimiz vardı, “bu hayvana zulüm ediyoruz onu dışarıya atalım, biz çıkamıyoruz ama onu çıkabiliriz” dedi. Abi yapma bizi buraya getiren onun da getirdi dedim ama “bana bırak ben halıcı adamım kaç metreden halı atıyorum, bunu her türlü atarım” dedi ama dışarı atmaya çalışırken yukarıdaki tel örgülere takıldı ve öldü. Ekmekleri fazla fazla veriyorlardı. Bize vermeyin desek de zorla veriyorlardı. Sonra anladık ki cezaevinin ekmeklerini yandaş fırınlar vermişler, herkes pasının kendi cebinin derdinde, israf, devlet malı kimsenin umurunda değil. Biz de fazla ekmekleri çatıdaki güvercinlere atıyor sonra üst taraftan o onları izliyorduk.
Yenilenerek çıkan da oldu, aklı dengesini ve inançlarını yitiren de
Cezaevi ortamında birçok insan yenilenerek, motivasyonla çıkanların yanında az da olsa isyana varan problemlerle çıkan da oldu. Aile fertlerinin tamamı içeride, malı mülk alınmış, çocukları sersefil olmuş, bu insanları bazen hiçbir şeyle teselli edemiyorsunuz. 10-15 yıl hapis yatacak insana dini motivasyonla “bu günler güzeldir, yümünlü bereketlidir, süreç geçince Allah ne kapılar açacak” gibi telkinler bazen bir süre sonra faydalı olmuyor. Ahirette kazanım sağlayacağına inancımız tam, hatta Üstad söylüyor “suçsuz günahsız 3 ay cezaevinde kalmak 90 yıllık ehl-i imandan beldedir” fakat bu sizi uzun süre motive edemeyebiliyor. Çevrenizdekiler tutuklanıyor, tutuklu olanlar hüküm yiyor, müebbet alanlar var ve haliyle moral motivasyon düşüyor. Evet ben suçsuzum ama karşımdaki kişi adaleti tesis etmeyecek buradan çıkmayacağız, diye düşündüğünüz oluyor. Bu sebeple, rüyalar, tarih vermeler insan bazen ters tepiyor. Ben de rüya gördüm benim için dönüm noktası oldu. Ben de anlattım ama benim için o skala doldu.
Bir cumhuriyet savcısı vardı, iki çocuğunu yetimhaneye verdiler, eşi de içeride. “Çocuklarımın üzerine kapıyı kilitleyip geldim, eşim hakim, ben savcıyım, bizi birlikte sabah 5’te aldılar, bunlar çocuk, burada ölüler desem de, kabul etmediler yetimhaneye verdiler” demişti.
Psikolojisi çökmüş, hasta olmuş, travmalar yaşayan insanlar da var. İki adım sonra bu insanlar kanser oluyor, psikolojinin biyolojiye etkisi var. Bazen böyle insanlara Hz. Yusuf iffet hadisesiyle yatmış, Üstad 28 yıl yatmış” desen de etki etmiyor. Çünkü itikadi sıkıntılara girmiş artık…
En son yargı mensuplarını bırakırlar
Çevre ilde bulunan bir istinaf mahkemesi başkanı vardı. “Cezaevinden en son yargı mensupları çıkacak” dedi. Çünkü siz peşini bırakırsınız ama ben bırakmam, bunu sonuna kadar kovalarım. Siz duygusalsınız, ben çocukluktan beri sizi tanırım, tıynetinizi bilirim; siz vicdana gelir, affeder peşini bırakırsınız, ben bırakmam” demişti. İstihbaratçı vardı o da “Öyle bir dünya yok, yapayım öldüreyim ama sorumluluk yok, savcıyı göstererek bu arkadaşa bunu yaşatanlar hapse girmeyecekse nasıl adalet tesis edilecek. Bunun bedelini kim ödeyecek, mesele kin beslemek değil ama adaletin tesis edilmesi lazım. Saçma sapan suçlar isnat edip insanları haksız yere cezaevinde yatıran, işkence yapanlar, bunun cezasını hukuk ve yasalar çerçevesinde mutlaka çekmeli, kinle bir yere varamayız.”
En çok da vurdumduymazlıklara üzülüyorum
Vurdumduymazlıklara çok üzülüyorum. Eğer bunun Allah’ın davası olduğuna inanıyorsak, ensar-muhacir kavramları diyorsanız bunlar basit kavramlar değil. Çok ağır, içi dolu kelimeler, Asr-ı Saadetin kavramları, bunların hakkını vermek içini doldurmak lazım, muavenet diyorsan hakkı vermek lazım. Arkadaşlarım hala hizmet etmeye çalışıyor, arkasından polis geliyor ama hala hizmet etmeye çalışıyor. Benim hizmet adına tek derdim bu, daha iyi olabilir daha iyisini yapabiliriz.Hapishanede her gün avluda bağırarak söylerdim biz kardeşiz bizim bizden başka kimsemiz yok. Allah kardeşliğin hakkını vermeyi nasip etsin.
“Derdimi kardeşime anlatamıyorsam dünya nasıl anlatacağım”
Hücre cezası çekmiş, işkence görmüş bir arkadaşım, Avrupa’da bir ülkede başından geçenleri anlattığı ortamda, birisi “sen konum elde etmek için bunu anlatıyorsun, enaniyet için anlatıyorsun” diyor. 21 ay hapiste kalmış 30 kusur yaşındaki bu arkadaş, o ortamdan çıkıp ağlaya ağlaya beni aradı, biz mülteciyiz dedim ne konum elde edebiliriz, biz normal insan statüsünde bile değiliz, ne konumu, sen ajitasyon mu yaptın diyalektikle bir şey mi ima ettin dedim, “hayır” dedi. Benzer hadiseler nadir de olsa yaşanıyor. Bunlar çok yanlış. Benim acım senin acın değil mi, bugün derdimi sıkıntımı sana anlatamıyorsam, yarın başkasına nasıl anlatacağım. Tabi ki ben bunun belgeselini, dizisini, tiyatrosunu, kitabını yapıp anlatacağım. Daha derdimi kardeşime anlatırken bana tepki veriyorsa dünya nasıl tepki verecek. Bana tepki verirsen ben de, işi ahirete bırakır kendime halime çekilir, kapanırım. Ama orda Rabbim sorar “Ensar ensarlığını, muhacir muhacirliğini yaptı mı?” diye. O zaman hisseler bölüşülür, Allah muhafaza orada eli boş da kalabiliriz. Daha bunlar bir şey değil asıl fitne dönemi ileride gelebilir. “Kardeşim ben hapis yattım, şu acıları çektim, bir koltuk boşsa o benim hakkım” diyenler çıkabilir. Ama kırarak dökerek önlem alınmaz. Yolda hata yapmamak lazım Hoca efendiyi çok iyi ve çok dikkatli dinlemeliyiz.
Bundan sonrası için planlarınız neler?
Şu anda farklı bir imtihan yaşıyoruz, bir dağ başında kamptayım. İlk bakışta çok hoş geliyor ama bir hafta sonra bunalıyorsunuz. Maddi zorluklar çekiyoruz, şu an devletin verdiği miktar yol parasına bile zor yetiyor. Hapishanedeyken senaryo yazdım, bulunduğum ülkeye yeni geldim, henüz bir ay oldu. Uzun bir süreç beni bekliyor. Kendimi yetiştirmek geliştirmekle meşgulüm. Cezaevindeyken yazdığım şeyleri aktarmak istiyorum. Üniversitede şiir dinletileri yapardım. Yakında şiir dinletileri yapma projem var. Cezaevinde 80 bölümlük dizi senaryosu yazdım. Hapishanelerde yaşananlar, hamile kadınlar, Meriç’te hayatını kaybedenler gibi yüzlerce hadise, bunların 22 bölümü çekime hazır halde. Bu hikâyeleri, yazdığım senaryoları çekmek ve yaşananları insanlara anlatmak istiyorum.
Ailenizin tutumu ne oldu?
Cezaevine girdikten 20 gün sonra beni bulabildi ailem. Ne polis ne de cezaevi yönetimi hiçbir şekilde aileme haber vermemiş. Benim öldüğümü zannetmişler. Yaşadığım şehirde, üniversite okuduğum şehirde günlerce beni arayıp, birçok yere sorumuşlar hatta annem öldüğümü düşünerek evde günlerce ağlamış. Babam 20 gün sonra beni gördüğünde ölmediğim için “oğlum hapisteymişsin deyip” sevindi. Sonra, hiç aklımdan çıkmayan şu sözleri söyledi: “Oğlum erkek adamsın, işin hakkını ver, öyle ağlayıp zırlayarak buradan çıkamazsın ona göre.” Ve bunu kulağıma küpe yaptım zor zamanlarımda bu sözler hep kulaklarımda çınladı. Yazdığım defterlerin başında hep bu cümle vardır. Babam namazındadır ama dini kullanan siyasal İslamcı zihniyetten nefret eder. Ailem ben cezaevindeyken yanıma neredeyse hiç gelemedi. Herkes görüş gününe hazırlanırken sadece ben kalırdım. Herkesin ismi okunup da gittiğinde yaşadığım ölüm sessizliğini hiç unutamam. Bazen gardiyan isimleri tek tek okurdu bazen de ismimi söyleyip “sen hariç herkes hazırlansın” derdi.
Aileden daha önemli bir şey olmadığı o zaman anlıyorsunuz. Ailenle eşin veya çocuklarınla süre kısıtlaması olmadan, görüşebilmekten daha değerli ne olabilir? Çocuğunuzu istediğiniz gibi sevebiliyorsanız, eşiniz hastanede sizinle el ele doğum yapabiliyorsa bundan daha değerli ne olabilir? Çünkü elleri kelepçeli bilmem kaç tane şerefsizin yanında doğum yapmak zorunda kalıyorsa size bundan daha fazla acı veren bir şey yoktur.
Tüm bu sıkıntılar hizmet hareketine yakın olduğunuz için başınıza geldi, pişmanlıklarınız var mı?
Hiç pişmanlığım olmadı, ne birlikte olduğum insanlardan, ne içtiğim çaydan, ne yediğim maklubeden ne okuduğum Hocaefendi kitaplarından, ne risalelerden ne de dinlediğim kasetlerden, hiç pişmanlık duymadım. Fethullah Gülen, büyük bir İslam alimidir. Öğretileri vardır ve bana bu öğretiler mantıklı geliyor. Dünya adına birikimleri olsa, milyarder olsa dünyalık yaşasa o zaman kopardım. Pişmanlık değil ama üzüntü duyduğum şeyler var, daha iyi kardeşlik tesis edebilirdik. Kardeşlerimiz evlerini daha iyi açabilir, ekmeğinin yarısını bölüşebilir, daha sağlam kardeşlik tesis edebilirdik. Hala tüm bu olan bitenlerden sonra vurdumduymazlıklara canım yanıyor, acı yarıştırmalara canım yanıyor.