‘Cadı avı ise cadı avı, biz bunu yapacağız!’ 2013’te Afyon’da Recep Tayyip Erdoğan bu sözleri söylediğinde bazıları kulaklarına inanamadı. Çünkü demokratik hukuk devletlerinde ‘Cadı avı’ suçtu. Türkiye’de cadı avları ancak olağanüstü darbe dönemlerinde görülmüştü. Peki, daha demokratik bir ülke vaadi ile 3 Kasım 2002’de halktan oy isteyen AKP, 12 yıl sonra bu noktaya nasıl gelmişti? İşte Aksiyon'dan İdris Gürsoy'un 'AKP’deki değişimin öyküsü' başlıklı müthiş dosya haberi...
3 Kasım 2002 genel seçimlerine giderken Recep Tayyip Erdoğan’ın dilinden demokrasi, insan hakları ve özgürlükler düşmüyordu. ‘Bürokratik devletten demokratik devlete’ diyordu. Sivil bir anayasa vaadi dikkat çekiyordu. Erdoğan, Millî Görüş gömleğini çıkarmış, toplumun bütün kesimlerine kucak açmıştı. 3Y ile, yani yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele parti programına girmişti. Erdoğan, partiyi kurup seçimlere giderken destek arayışı için Pensilvanya’da Fethullah Gülen Hocaefendi ile de görüştü. Hocaefendi, o ziyarette Erdoğan’a mutlaka birleştirici bir söylem geliştirmelerini, halkın genelini kucaklamaları gerektiğini anlattı. Gülen, içe kapanma yerine dünyaya açık olmalarını, şeffaf ve hesapverebilir bir devlet anlayışı ile insan haklarına sonuna kadar saygılı bir anayasa yapmalarının lüzumunu vurguladı.
AKP, 3 Kasım’da toplumun farklı kesimlerinin desteğini almayı başardı. Tek başına iktidar oldu. Ancak Ankara’da 28 Şubat’ın etkisi sürüyordu. Askerin ağırlığı ve gölgesi demokrasinin üzerindeydi. Bülent Arınç, o günleri, ‘asker yüzümüze bile bakmıyordu’ diye anlatacaktı. İktidarın ilk birkaç yılındaki darbe girişimleri, daha sonra Ergenekon davalarına konu oldu. Partiyi kapatma teşebbüsü ise sonuçsuz kaldı. AKP, önüne çıkan engelleri toplumun bütün kesimleri ve Batı’nın desteğini arkasına alarak aşabildi. AB’ye üyelik çabaları, “Kopenhag Kriterleri’ni gerekirse Ankara kriterleri yapıp yola devam ederiz.” söylemi, demokratik yasa değişiklikleri, azınlıkların haklarının iadesi için adımlar atılması, komşularla sıfır sorun politikası, sivilleşmeye yönelik adımlar toplumsal destek buldu. Bugün cadı avına uğrayan emniyet mensupları, o tarihlerde kelle koltukta cuntalara karşı mücadele veriyordu. Darbeye teşebbüs edenler soruşturma ve dava konusu edildi. Yine Başbakan Yardımcısı Arınç, demokrasinin bu hâkim ve savcılara bir teşekkür borcu var, demişti.
2004’e gelindiğinde MGK’nın gündeminde, “Türkiye’de Nurculuk ve Fethullah Gülen’i Bitirme Eylem Planı” vardı. Başbakan Erdoğan’ın bu plana imza attığı ortaya çıktığında Hizmet Hareketi’ni bitirme planlarının çok önceden devreye sokulduğu eleştirileri yapıldı. 2005’te Adalet Bakanlığı’nın Terörle Mücadele Kanunu’nda yapmak istediği değişiklikler endişeleri artırdı. AKP hükümeti, terör suçlarının kapsamını genişletmek istiyordu. Taslağa göre, herhangi bir şiddet eylemine başvurmayanlar bile potansiyel suçlu hâline geliyordu. Düşünce tekrar suç kapsamına alınıyordu. Silahsız terör örgütü gibi muğlak bir tanımla ‘cemaatler’ terör örgütü kapsamına alınabilirdi. Diğer yandan kamu kurumlarında ve belediyelerde rüşvet ad ve yön değiştirmişti. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu, 2007 yılında AKP’yi şu sözlerle uyardı: “Millet sizi haramzadelerden hesap sorun diye gönderdi. Şimdi sizin altınızdan pis kokular geliyor. Sütten çıkmış ak kaşık olduklarını iddia edenlerin temizlik edebiyatına artık kimse inanmıyor.”
DOLMABAHÇE GÖRÜŞMESİ
Erdoğan kendisi gibi kalabilecek miydi? İçişleri Bakanı Afkan Ala’ya bağlı Kozmik Çalışma Grubu’nun cemaati bitirme planlarının ortaya saçılmasından sonra, Turgut Özal’ın bakanlarından biri, 2006’da Dolmabahçe’de yapılan ve içeriği sır olarak kalan Erdoğan-Büyükanıt görüşmesine dikkat çekmişti. “Acaba Tayyip Bey’in, bir kesim için (cemaat) birilerine verilmiş sözü mü var?” diyen eski ANAP’lı bakan, devletin bütün kurumları ve sivil hayatı hedef alan cadı avının arkasında daha büyük bir akıl, bir ekip ve uzun süren hazırlıkların olması gerektiğine işaret ediyordu. 2006’da Dolmabahçe Sarayı’nda Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ne konuşmuştu? Hizmet Hareketi’nin bitirilmesi konusunda bir anlaşmaya mı varılmıştı? Bunun karşılığında kendisine ne vadedilmişti?
27 NİSAN MUHTIRASI
Abdullah Gül’ün aday olduğu 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi Türkiye olağanüstü günler yaşadı. Askerin Gül’ün adaylığına karşı olduğu ve engelleyeceği konuşuluyordu. 12 Nisan 2007’de, Orgeneral Yaşar Büyükanıt, “Cumhuriyet’in temel değerlerine sözde değil, özde bağlı bir cumhurbaşkanı seçilmesini umut ediyoruz.” açıklamasını yaptı. 14 Nisan’da Ankara’da 500 bin kişinin katıldığı bir Cumhuriyet Mitingi düzenlendi. Başbakan Erdoğan 24 Nisan’da Abdullah Gül’ün Köşk adaylığını açıkladı. 27 Nisan gecesi Genelkurmay sitesinde e-muhtıra yayımlandı. Hükümet 28 Nisan’da bu bildiri nedeniyle Genelkurmay’ı eleştirdi. 29 Nisan’da bu kez İstanbul’da dev bir Cumhuriyet Mitingi düzenlendi. 30 Nisan’da Anayasa Mahkemesi Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesine fren koyan ünlü 367 kararını aldı. 1 Mayıs’ta Erdoğan erken seçim kararını açıkladı. 4 Mayıs’ta Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nin kapısında Büyükanıt’ı özel kalem müdürü karşıladı. Genelkurmay Başkanı hiç bekletilmeden içeri alındı. Başbakan kendisini ayakta karşılayıp karşısındaki yeri gösterdi. İki taraf da hazırlıklıydı, dosyalar masaya kondu.
'ERGENEKON' OPERASYONLARI
Dolmabahçe’deki ofisin kapısı yeniden açıldığında saat tam 19.05’ti. Baş başa konuşma 135 dakika sürmüştü. Yüzler asık değildi. İçeride çok gergin bir görüşmenin geçtiğine dair emare yoktu. Olayın adı o gece kondu: Dolmabahçe Mutabakatı. Görüşmeden 24 saat sonra Ankara’da üst üste yaşanan gelişmeler ve sonraki yıllarda cereyan eden olaylar da mutabakatı doğrulayacaktı. Önce Başbakanlığın çok tartışılan müsteşarı Ömer Dinçer görevinden ayrıldı. Seçimlerde listede yedinci sıraya kondu. Böylece askerlerin en büyük itirazlarından biri giderilmiş görünüyordu. Meclis’te Cumhurbaşkanlığı için yapılan oylamada 367 oy çıkmayınca, Abdullah Gül adaylıktan çekildiğini açıkladı. Buna karşılık Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan Bildirisi’ni internet sitesinden kaldırdı. Gül, 22 Temmuz seçimlerinden sonra yeniden aday olarak cumhurbaşkanı seçildi. 22 Temmuz seçimlerinde AKP yüzde 47 oyla ikinci seçim zaferini kazandı. 27 Temmuz 2007 tarihinde, ‘Ergenekon’ operasyonları başladı.
Dolmabahçe’nin sonuçları
Erdoğan ilginçtir, hiçbir zaman 27 Nisan e-muhtırasını, muhtıra olarak kabul etmedi. 27 Nisan’la ilgili soruşturma da başlatılmadı. İlker Başbuğ, Çetin Doğan ve pek çok emekli kuvvet komutanı darbeye teşebbüsten yargılanıp hüküm giyerken Yaşar Büyükanıt’a dokunulmadı. CHP Milletvekili Fikri Sağlar, Dolmabahçe’de Başbakan Erdoğan’ın Filiz Büyükanıt’ın şahsi harcamalarıyla ilgili bir dosyayı masaya koyduğu iddiası yüzünden Büyükanıt’a 17 bin lira tazminat ödemeye mahkûm edildi. Acaba Büyükanıt’ın dosyasında ne vardı? Hangi konularda mutabakata varılmıştı? Başbakan, bu yöndeki sorulara, “Birbirimize söz verdik. Kimseye anlatmayacağız.” cevabını verdi. Büyükanıt, “Dolmabahçe’de üslubu koruyarak her şeyi açık açık konuştuk. Dolmabahçe’nin sonuçlarını alıyoruz. Devletin kurumları arasında güven kalmamıştı. Kurumsal güven önemli, yoksa ben giderim başkası gelir, işler değişir.” dedi (25 Temmuz 2007 Hürriyet). Eski Genelkurmay Başkanı, Hürriyet yazarı Tufan Türenç’e de 2009’da, “27 Nisan Bildirisi’ni çok dikkatli okuyun. Satır aralarını çözmeye çalışın. Orada ne söylendiyse, Dolmabahçe’de de onlar konuşuldu. Dönüp dönüp okuyun.” açıklamasını yapıyordu.
12 Eylül 2010 referandumunun kabulü, darbe anayasasına göre daha demokratik bir anayasaya verilen destekti. AKP yüzde 58 ‘evet’ten aldığı güçle seçimlere gitti ve kazandı. Erdoğan bu dönemi ‘ustalık dönemi’ olarak tanımladı. Demokratik unsurlarla yaptığı ittifakı bozdu. AB ile ilişkiler kopma noktasına geldi. Erdoğan, 27 Mayıs 2013’te başlayan Gezi olayları ile birlikte uzlaşmaz ve gerilim doğuran bir politikaya kaydı. Gezi’den itibaren kutuplaştırıcı, sert bir dil kullanmaya başladı. Kendisine oy verenler dışında neredeyse toplumda herkesi ‘öteki’ ilan etti.
RÜŞVET VE YOLSUZLUK OPERASYONLARI
17 ve 25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sonucu yapılan operasyonlar, dört bakanın hükümetten ayrılması sonucunu doğururken, Başbakan ve oğluna yönelik 25 Aralık operasyonu teşebbüs hâlinde kaldı ve her türlü hukuk dışı yollar kullanılarak bu soruşturmalar engellendi. Erdoğan, yolsuzluk soruşturmalarını hükümete darbe olarak niteledi ve emniyet bürokratları ile savcı ve hâkimleri dağıttı. Artık yaşanan hiçbir olaya tahammül edemeyen, nefret dili söylemini ağzından düşürmeyen bir Erdoğan vardı. 12 Eylül’de zindana düşen ülkücülerin mektuplarını gözleri yaşararak okuyan Erdoğan gitmiş, yerine 301 madencinin yaşamını yitirdiği Soma faciasında acılı insanları ‘tokatlayan’ bir Başbakan gelmişti. Peki, Erdoğan’ın ve AKP’nin politikası neden değişmişti?
ŞAHİN'İN İSTİFASI
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, 24 Ocak 2013’te Başbakan Erdoğan tarafından görevinden alındığında çok az kimse bunun sebebini biliyordu. Şahin, 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarından sonra yargı ve emniyet mensuplarının görevlerinden alınmasına tepki olarak AKP milletvekilliğinden istifa etti. İki sayfalık mektubunda Şahin, ilk defa hükümeti dar oligarşik bir kadronun yönlendirdiğini açıklıyordu. Şahin, PKK-KCK operasyonları ile terörü bitirme noktasına getirmiş, ancak bu, partide rahatsızlık sebebi olmuştu. Şahin’in bakanlıktan alınmasını terör örgütü lideri Öcalan’ın istediği iddiası sarsıcıydı.
ABDULLAH GÜL DIŞLANDI
Üçüncü dönemde, 2000’in başlarında Erdoğan’la birlikte yola çıkanlardan ya da sonrasında partiye katılanlardan pek çoğu AKP ile yollarını ayırdı. Abdullah Gül dışlandı. Parti kurucusu Dengir Mir Mehmet Fırat, partiden istifa etti. Fırat, paralel devlete inanmıyor, iktidarın güç zehirlenmesi yaşadığını söylüyordu. İdris Naim Şahin’in adını koyduğu ‘dar oligarşik kadro’ partide ipleri ele geçirmişti. Ayrıca partiyi daha önce zehir zemberek sözlerle eleştiren Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu ve Yiğit Bulut gibi isimler partide etkin konumlara getirilmişti. Erdoğan, kendine bağlı bu çekirdek kadro, devlet ihalelerinden zenginleşen bir sermaye grubu ve medya ile ülkeyi tek adam olarak yönetmek istiyordu.
2014’te cumhurbaşkanı seçildiğinde başkanlığı bu anlamda gündeme getirdi. Otoriterleşme yönünde adımlar attı. Devletçilik hortladı. Eski rejimin kurumları ile uzlaşmaya gidildi. MİT’in yetkileri artırıldı. MGK, Kırmızı Kitap, Millî Siyaset Belgesi gündeme tekrar girdi. ‘Yeni Türkiye’ adı verilen rejim, eski rejimin bütün araçlarını kullanıyordu. Değişen tek şey topluma dayatılan referansların ‘İslamî’ görünümlü olmasıydı.
'DARBECİLERİ DİZE GETİRDİK' SÖZLERİ
AKP’nin, dış politikadan yolsuzluklara başarısız politikalarını örtecek bir yamaya ihtiyacı vardı. 28 Şubat’taki irticanın yerini ‘paralel yapı’ aldı. Erdoğan, cemaati bölmeye çalıştı. Ergenekon sanıklarına, “Sizi cemaat hapse attırdı, hepinizi camia bitirdi!” dedi. Fakat, meydanlarda “Darbecileri dize getirdik; karşımızda hazırola geçtiler!” sözleriyle kahramanlık tablosu çizdi. Erdoğan’ın otoriter yüzü, 17 Aralık operasyonu sonrasında ortaya çıktı.
TÜRK OKULLARINI KAPATMA GİRİŞİMİ
‘Eğitim reformu’ sözünün dershaneleri kapatmak için sadece bir kılıf olduğu anlaşıldı. Türk Okulları’nı kapattırmak için büyükelçilere talimat verdi, ülke liderlerine telefonlar etti. Pensilvanya’ya elçi gönderdiği aynı anda Obama’ya Gülen dosyası sundu.
"SOMUT DELİL" YERİNE "MAKUL ŞÜPHE"
Erdoğan, cumhurbaşkanı oldu ancak kendisi olarak kalamadı! 3 Kasım 2002’de daha demokratik bir ülke vaadi ve AB üyeliği sözü ile yola çıkan AKP’nin geldiği noktayı ise, 14 Ekim 2014’te Meclis’e sevk ettiği yasalar ele veriyordu. Teklife göre, artık bir arama kararı verilmesi için ‘somut delil’ yerine ‘makul şüphe’ yeterli olacaktı. ‘Anayasal düzene ve devlete karşı işlenen suçlarda’ ise tutuklama, dinleme ve mal varlığına el koyma kararı verilebilecekti. Anayasa’ya aykırı bir şekilde kurulan Sulh Ceza Hâkimliklerinin yetkileri daha da artırılacaktı.
(Kaynak: Aksiyon)