"Şayet bir devlet ihalesi, sadece kendisine yakın, akraba ve arkadaş gibi ilişkilerden dolayı veriliyorsa, veren kimse ya da kimseler, açıkça kamunun malına ihanet ediyor demektir. Veya vakıf ve sivil kurum ve kuruluşlara en büyük darbeyi vuruyorlar demektir."
Prof.Dr.Muhittin AKGÜL | samanyoluhaber.com
Akrabaya Yardım Ama Kimin Malından?
İnsan, tek başına yaşayan bir varlık değildir. O aynı zamanda başta anne-babası olmak üzere, eş, evlat, hala, teyze, amca gibi en yakın daireden uzağa doğru giden bir silsile içerisinde neredeyse bütün insanlarla maddi, manevî, sosyal ve ahlâkî ilişkiler ağı çerisindedir. İnsanın diğer canlılardan farklı olarak çevresiyle olan bu ilişkileri, ona birtakım sorumluluklar yükler.
Dünyanın herhangi bir yerindeki adaletsizlikten, açlıktan, ölümden ve dengesizlikten, her bir fert gücü, yetki ve imkânı ölçüsünde sorumludur. Bu sorumluluk, yakınlık dairesi daraldıkça artarak devam eder. Kur’ân, insanın bu açıdan sorumluluk yönüne dikkatlerimizi çekerken çoğunlukla “yakın-uzak” kavramlarını kullanır. Diğer bir ifadeyle yakın komşu, uzak komşu, yakın akraba, uzak akraba, yakın arkadaş uzak arkadaş gibi tanımlamalarda bulunur.
İçerisinde önemli ilkeleri barındıran, iyilik (ma’ruf) ve çirkinlik (münker) çeşitlerini açıklayan ve önemine binaen Cuma hutbelerinde okunan: “Allah adaleti, hatta adaletten de öte fazla olarak ihsanı, Allah tarafından görülüyor olma şuuru içerisinde en güzel davranışı ve muhtaç oldukları şeyleri yakınlara vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl 90) âyetinde de, insanın sosyal çevresiyle ilişkilerindeki bu ölçüye dikkat çekilir.
Âyette üzerinde durulan önemli ilkelerden birisi de, yukarıda da kısaca işaret edildiği üzere insanın, yakınlarına, ihtiyaçları nispetinde destek olmayı ve gerekli yardımı yapmakla mükellef kılmasıdır.
Tabii ki insanın bir mükellefiyeti de, yakınlarına doğrudan yardım etmektir. Hatta bu açık ve zorunlu mükellefiyetten dolayıdır ki mü’min, anne-baba ve büyük baba-anne, evlat torun ve aşağı doğru giden yakınlara zekât ve sadaka-i fıtır verememektedir. Çünkü bu yakınlara, şayet muhtaçlarsa, zekât ve benzeri kaynakların dışındaki malından vermesi, zaten mü’min için bir zorunluluktur.
Burada sosyal adalet ve sorumluluk açısından sorulması gereken en hayati soru ise, mü’min akrabalarına maddi yardımda bulunurken hangi maldan verecektir? Kendi öz malından ve helal kazancından mı? Yoksa başkasının, devletin ya da sivil bir kuruluşun malından alıp da verebilir mi? Bunu sadece maddi bir katkı olarak değil, herhangi bir makam, itibar ya da kazanç olarak da düşünebiliriz? Diğer bir tabirle bunları yakın-uzak akrabalarına dağıtabilir mi?
Bu soruyu sormamızın asıl sebebi, daha önce yukarıdaki âyeti delil göstererek devletin malını ve oradaki bir takım makam ve mevkileri yakınlarına peşkeş çeken bazı politikacıların, ilgili âyeti tamamen bağlamından koparıp, anlamını tahrif etmelerindendir.
Her ne kadar bu dönemde benzer nice âyet, hadis, hukûki kavram ve kökleşmiş meşru gelenekler, aynı çarpık düşünceden dolayı alt üst edildiği, yıkıldığı ve tahrip edildiği, tarihsel ve toplumsal bir gerçek olarak zihinlerimizde taptaze durmakta olsa da, bu konuyu hem tarihe not düşme hem de hakperesttik adına biraz daha irdelemek istiyoruz.
İslam inancına göre insan ne kendisine, ne de yakın uzak akrabalarına, kendi helal kazancıyla elde etmediği/edemediği bir malı ve sahibi olmadığı makamı vermesi mümkün değildir. Çünkü o mal ve makam, ona ait değildir. Aksine böyle bir muamele, iki türlü günaha sebep olur. Birincisi; haram ve gayr-ı meşru olan bir malın âdeta Yüce Yaratıcıya meydan okurcasına helal sayılması, diğeri de böylesine bir harama, akraba ve yakınlarını da doğrudan dâhil etme günahıdır ki, hakkına tecavüz edilen toplumun sorumluluğunun sonucu düşünüldüğünde, kesinlikle altından kalkılacak bir yük gibi görünmemektedir.
Bir kişi, kendi özel mülkünde yukarıdaki tasarrufu yapabilir. Bu durumda kimse ona bir şey diyemez. Şayet ehliyetsiz bir yakınına verirse zaten cezasını kendisi çekmiş, sonucuna da kendisi katlanmış olur. Ancak aynı uygulamayı kamu, vakıf ve sosyal kurum ve kuruluşlarda asla yapamaz. Böylesi bir muamele, emaneti korumadığından dolayı hem hıyânet, hem haramı işlemek ve başkasını da harama bulaştırmak hem de ehliyetsiz insanlara bu makamları vermek suretiyle kurumların yıkılıp yok olmasına vesile olmak demektir.
Benzeri durum kamuya ait ihalelerde, mal alımlarında da söz konusudur. Şayet bir devlet ihalesi, sadece kendisine yakın, akraba ve arkadaş gibi ilişkilerden dolayı veriliyorsa, veren kimse ya da kimseler, açıkça kamunun malına ihanet ediyor demektir. Veya vakıf ve sivil kurum ve kuruluşlara en büyük darbeyi vuruyorlar demektir.
Maalesef günümüzde neredeyse kamu kurum ve kuruluşlarında her gün benzeri haberleri duymakta ve okumaktayız. Devletin kurumları aile şirketi haline gelmiş, devletin bankaları da birilerinin cüzdanına dönüşmüştür. İhaleler sadece belirli şirketler arasında paylaşılmış ve böylece devletin altı üstüne getirilmiştir. Ehliyet ve liyakat yerine, yakın ve bizden olma sahte ölçüsü, tek kriter haline getirilmiş, kurumlar tamamen tahrip edilmiştir.
Üzülerek ifade edelim ki bu fasit uygulamanın en acı tarafı da, söz konusu gayr-ı meşru ve hukuksuz uygulamalarda, âyet ve hadislerin meşrulaştırma aracı olarak kullanılması ve bunu yapanların da sözde İslâmi hassasiyetlerinin öne çıkarılmasıdır.
Halbuki örnek aldığımızı iddia ettiğimiz Hz. Peygamber’in (s.a.s.), hem de en yakın akrabalarıyla ilgili uygulamasına baktığımızda şöyle bir manzara görürüz:
Hz. Ali (r.a.) Allah Resûlü’nün hem amcasının oğlu hem de damadıdır. Onun eşi de Hz. Hasan ve Hüseyin’in anneleri Hz. Fâtıma’dır. Peygamber hanesine bu kadar yakın olan Hz. Ali (r.a.) kendi yaşadıkları ev ortamını şöyle anlatmaktadır:
“Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fatıma kendisi yapıyordu. Zaten, bütünü bir tek odadan ibaret olan bir odacıkta kalıyorduk. O odacıkta, Fatıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok defa ateşi alevlendirmek için eğilip üflerken, ateşten çıkan kıvılcımlar benek benek elbisesini yakardı. Onun için elbisesi delik deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi. Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi. Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır bağlamıştı.”
İşte böylesi bir zaman diliminde Hz. Ali (r.a.), Hz. Fâtıma (r.a.)’ı Allah Resûlü’ne gönderdi. Hz. Fâtıma, beytu’l-maldan veya ganimetten bir hizmetçi isteyecekti. Gidince Resûlullah’ı (s.a.s) evinde bulamadı. Hz. Âişe: “Geldiğinde ben haber veririm.” dedi, o da geri döndü. Hz Ali der ki; yatağa uzanmıştık ki, az sonra Allah Resûlü birdenbire çıkageldi. İsteğimizi bize sordu. Hz. Fatıma da ne istediklerini anlattı. Allah Resûlü böylesi bir istek karşısında, insanlığa evrensel bir ders olacak ve kamuya ait malların dağıtılmasında nasıl bir ölçü olması gerektiğini bildiren şu unutulmayacak sözleri söyledi:
“Ey Fatıma, Allah’tan kork ve Allah’a karşı vazifende kusur etme! Allah’ın omuzuna yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da daima sadık ve itaatkâr ol! Onun hakkını da gözet! Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim. Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa “Sübhanallah”, otuz üç defa “Elhamdülillah”, otuz üç defa da “Allahü Ekber” de. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fezâilü’l-ashab 9; Müslim, Zikr 80, 81; Ebû Dâvûd, Harâc 19).
Aslında Allah Resûlü (s.a.s.) isteseydi damadına ve kızına hazineden verebilirdi. Onların bunu hak ettiğinde de hiç kimsenin tereddüdü olamazdı. Fakat Resûlullah (s.a.s.) aynı zamanda bir devlet başkanıydı; idareciydi ve kamu mallarının da emanetçisiydi. Böylesi bir muamelede pekçok hikmet olmakla beraber, akla ilk gelenler şunlardır: O, başkalarının küçük de olsa herhangi bir sû-i zannına sebep olmama adına bu tür bir tasarrufta bulunmuştur. Kamuya ait olmakla beraber, kendisine ait bir serveti olmadığı için verememiştir. Kıyâmete kadar gelecek idareci ve emanetçilere, benzer durumlarda dikkat etmeleri gereken ideal uygulamayı göstermiştir.
Allah Resûlü’nden bu ve benzeri uygulamaları gören halifeler de benzeri hassasiyeti göstermiştir. Mesela Hz. Ebû Bekir (r.a.), ordu komutanı olarak Yezid b. Ebî Süfyan’ı Şam’a gönderirken onu şöyle uyarır:
“Ey Yezid! Bir kısın akrabaların var. Senin hakkındaki en büyük endişem, onları başkalarına tercih ederek kamuya ait işlerde istihdam etmendendir. (Unutma ki) Allah Resûlü: “Müslümanları yönetirken iltimas eseri olarak bir yakınını kayırıp, işe onu tayin eden kimse, Allah’ın lanetine dûçar olur. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk, hesap gününde ondan bir mâzeret veya fidye kabul etmez ve onu cehenneme atar” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/202).
Hz. Ömer (r.a.) de, hayatı boyunca hep aynı örnek davranışı sergilemiştir. Mesela şehid edildiğinde, ağır yaralı bir halde iken, yerine oğlu Abdullah b. Ömer’i halife olarak tayin etmesini isteyenlere karşı o, böylesi bulunmaz bir teklifi asla kabul etmemiştir.
Hz. Ömer’in (r.a.) şu sözlerinde de bunun açık tezâhürünü görmekteyiz. “Müslümanların yönetiminde bulunan bir kimse¸ dostluk veya akrabalık hatırına bir adamı kayırır ve bir işin başına getirirse Allah’a, Resûlüne ve Müslümanlara ihanet etmiş olur.” (İbn Kesîr, Müsnedü’l-Fârûk, 2/536).
Yine Hz. Ömer’in (r.a.) hilafeti döneminde oğlu Abdullah b. Ömer ve kardeşi Ubeydullah b. Ömer, Irak’taki bir savaşa katılmışlardı. Dönüşlerinde Basra’nın emîri Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’yi ziyaret ettiler. Ebû Mûsâ da halifeye göndereceği bir miktar parayı onlara teslim etti. Ayrıca onlara bu parayla Irak’tan mal alıp Medine’de satmalarını, oraya varınca asıl parayı halifeye vermelerini, kazandıkları kârı da kendilerine almalarını belirtti. Aynı zamanda Hz. Ömer’e (r.a.) bu durumu açıklayan bir de mektup yazdı.
Evlatları Medine’ye dönüp de yapılanları haber verince, Hz. Ömer (r.a.) böyle bir durumu kabul etmedi. Onlara yapılan böylesine ayrıcalıklı bir muamelenin, yani devletin malıyla ticaret yapıp para kazanmanın, babalarının halife olmasından dolayı olduğunu belirterek, bunun doğru olmayacağını söyledi ve evlatlarına, anaparayla birlikte elde ettikleri kârı da hazineye vermelerini emretti. (Muva??a?, ?ırâz, 1).
İnsan, akrabasına vermekle mükelleftir. Ancak bu verdiğimiz kendi öz mülkümüzden ve servetimizden olmalıdır. Devletin ya da sivil organizasyonların herhangi bir makamını kullanarak, bunları aracı ederek veya bunların üzerinden, akraba ve yakınlarımıza yardım yapamayız; makamlar ve ihaleler dağıtamayız; ayrıcalıklar üretemeyiz.
Böyle bir şey, milletin malını gasp etmek, yerli yerinde kullanmamak ve emanete de hıyânet etmek demektir. Suçu işleyen kadar, işlediği suçu hayat tarzı haline getiren siyasileri destekleyen halkın bu konudaki payı da kesinlikle unutulmamalıdır. Ezcümle, ehliyet ve liyâkatı gözetmeyen, gücünü ve yetkisini şahsi ve yakın çevresi hesabına ahlaksızca, hukuksuzca ve hoyratça kullanan, ahirete inandığını söylese de dünyayı bilerek ve isteyerek tercih edenlere veyl olsun!