Alem-i İslam

Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, Abdürreşid İbrahim Efendi hakkındaki yazı dizisine 'Alem-i İslam' başlıklı yazısıyla devam etti.
Mehmet Akif  Ersoy, 1 Temmuz  1910’da  “Yirminci  Asrın  Başlarında  Âlem-i  İslam” isimli Abdürreşid İbrahim Efendi’nin kitabına yazdığı takrizde, şöyle diyordu:

Hürriyetin ilanından itibaren çok sayıda risale, gazete ve kitap meydana çıktı. Bunların hepsi için faydalı demek dalkavukluk olacağı gibi, hepsi için faydasız demek de pek bayağılık olur. Evet, tarafsız, insaflı bir hüküm vermek icap ederse, iki seneden beri pek faydalı, pek âli eserler yayınlamakla beraber, pek muzır, pek rezil cinayetnâmeler de ortaya kondu.

Ne yapalım, Sâdî’nin,

“Bârân ki der letâfet-i tab’eş hilâf

Der bâğ-ı lâle revid ü der şûre hâr u has”

(Yağmurun lâtif yaratılışında zıt unsurlara yer yoktur. Lale bahçesi yok olmuş, çorak arazide ise çer-çöp kalmıştır.)  dediği gibi, Meşrutiyetin, basın hürriyetinin feyzi de her tabakada başka başka eserler ortaya çıkarıyor.

Nemize lâzım! Biz Osmanlıların menfaati gözetilerek  yazılan eserlerin sahiplerine samimi teşekkürlerimizi, hürmetlerimizi arz ederiz. Milli ahlâkımızı âlet etmek için çıkarılan mülevves sayfaların da yüzüne tükürür geçeriz.

Sırat-ı Müstakim’in delâletiyle yayınlanan Âlem-i İslâm’ın iki formasını da gördüm. Zaten Abdürreşid İbrahim Efendi, seyahatnamelerini yayınlayacağına dair çoktan vaadde bulundukları için biz de tam bir iştiyakla hayli zamandır bekliyorduk.

Evet, Batı ülkelerinin durumunu tasvir edecek seyahatnameler bizce lüzum olsa bile, ihtiyacımızı bertaraf etmek her zaman elimizdedir. Çünkü o gibi eserleri gerek başka lisandan, gerek tercümelerinden bol bol okur, hasılı Avrupa hakkında istediğimiz kadar mâlumatı istediğimiz eserden alabiliriz.

Lâkin Asya’yı hangi eserden öğreneceğiz? İtiraf etmeliyiz ki, dünyada en az bildiğimiz bir kıt’a varsa, o da kendi menşeimiz, kendi memleketimiz olan Asya’dır.  Bu eski dünyadaki bitmez tükenmez ülkelerin en meşhurlarını, yalnız isimlerini bilmek suretiyle tanırız. O çeşitli iklimlerde yaşayan milletlerin lisanlarına, ahlâklarına, âdetlerine dair,  o da yanlış olmak şartıyla pek az şey biliriz.

Vâkıa Batılı seyyahlar Şarkı da gezerek birer seyahatname yazmışlarsa da, onlara ne dereceye kadar itimat olunabilir, bilmem. İbrahim Bey merhumla bir gün Şam’da oturuyorduk. Söz, adı geçen zatın Avrupa’daki müsteşriklerle buluştuğu devre intikal etti. Burada  ismini söylemek biraz kabalık olacak, bir müsteşrik kendisine Tibet hakkında yalan yanlış bir yığın malumat verirken sol elini göstererek;  “Bak, benim bu elim işte orada sakat oldu”  demiş. İbrahim bu vak’ayı yine o memlekette birine anlatınca, karşısındaki,  “Hay, maskara herif hay! Size böyle söyledi ha! Ayol, o anadan doğma sakattır. Hatta çocukken biz onu ‘Çolak, çolak!’  diye kızdırdık” demiş.

Şimdi bu kadar cesur bir yalancıdan kimsenin gidip göremeyeceği memleketler hakkında neler beklemezsiniz?

Gerçek, bizim Evliya Çelebi merhum da var.  Lâkin doğrusunu isterseniz, benim ondan da gözüm yılmıştır. Anlaşılan, merhum ara sıra cezbeye gelirmiş ki, eserlerinde ancak meczuplardan çıkacak rivayetler var. Bizim Ayasofya Camii'nin üç yüz kapısı olduğunu, altında bir ucu tâ kubbeye dayanan bir gizli yol bulunduğunu, ben Hazretin bir eserinde görmüştüm. Herkesin bildiği Ayasofya hakkında böyle söylenen bir seyyah, artık Çin-i Maçin bölümünde neler söyler yahut neler söylemez!

Sözü uzatmayalım. Biz Asya’mız hakkında doğru malumatı doğrudan doğruya Abdürreşid İbrahim’den alacağız. Bu zat Japonya da, Çin’de ve Hindistan’da iken Sırat-ı Müstakim’de yayınlanan mektuplarıyla, Osmanlı toprağına geldikten sonra yine Sırat’a dercedilen hutbeleriyle kendisini sevgili okuyucularımıza tanıttırmıştık. Onun için yüce irfanından, ahlâkî faziletlerinden uzun uzadıya bahsetmeyeceğiz.

Hazret, Asya’nın her tarafını senelerce gezmiş, bir koca kıtada yaşayan insanların mazisini incelemiş, halini tetkik etmiş. Bunlarda saadet görmüşse sebeplerini aramış; sefalet görmüşse kaynağını araştırmış. Evlâdını, ailesini, memleketini sırf hamiyetle coşan bir hisle bırakıp yola çıktığı halde, gezdiği yerlerde hiç hissiyatına mahkum olmamış. Evet, İslâm âleminin felâhı için çırpınıp duran bu muazzam kalb başkalarının faziletlerine karşı lâkayd kalmamış; bir Mecusiye, bir Budiste atfettiği tetkik ve tenkit nazarını, bir Müslümana da atfetmiş.

Bugün zillet içinde, sefalet içinde çalkanıp duran  İslâm dünyasının  bir çok manzarası, bir çok tezahürleri zavallıyı adım başında ağlatmış olmakla beraber, o etrafını iyi görmek için gözlerini sile sile yolunda devam eylemiş. Evet, oturup ağlamanın, şu üç yüz milyonluk insan kitlesinin haline acımanın hiçbir faydası yoktur. Ne yazık ki, cibilliyetsizlerimiz Şark tarafına dönüp akmayı  medeniyetlerine zûl saydıkları gibi, hamiyetlilerimiz de Müslümanların felâketine üzülmekle kendilerine vazifelerini ifa etmiş nazarıyla bakıyorlar.

Siz benim uğradığım musibetten müteessir olmuşsunuz, pekâlâ, teşekkürler ederim. Lâkin bu teessürünüzü bana sözle değil, fiilen bildirseniz, yani benim derdimi elinizden geldiği kadar tadile çalışsanız daha iyi olmaz mıydı? Düşünmelisiniz, siz bana dostluk elini uzatmakla yalnız bir insanlık vazifesi ifa etmiyorsunuz.

Vakıa, Abdürreşid’in bu seyahatnamesi insana o kadar keyif vermiyor. Çünkü bir çok acı hakikatleri olanca acılığıyla, olanca çıplaklığıyla gösteriyor. Şarkın içtimaî hastalıklarını ortaya döküyor. Lâkin hastalık bütün alâmetleriyle, devirleriyle meydana çıkmalıdır ki, tedavileri kabil olsun, sebepleri bertaraf edilebilsin.

Eser gayet sade bir lisanla yazılmış. Ötesine berisine resimler serpiştirilmiş. Ben çoktan beri bu kadar samimi, bu kadar faydalı, lâkin bu kadar tesirli kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Araplar, “Söz ruhtan çıkarsa, ruha girer, ağızdan çıkarsa kulağın hududunu aşmaz” derler ki,  ne kadar doğrudur. Bakılsa Abdürreşid’in yazısında hiçbir sanat yok, hiçbir incelik yok. Lâkin hiçbir sanatın, hiçbir inceliğin ruhta meydana getirmeyeceği teessüratı bu tabii, samimî sözler âni bir surette hâsıl ediyorlar.

Zaten Hazretin meclisi de öyle değil mi? Binlerce dinleyicilere karşı yaptığı konuşmalarda memleketine mahsus şive ile İstanbul şivesini mezcederek, hiçbir parlak cümleden, tantanacı bir terkipten imdat istemeyerek gayet açık bir dille yürüttüğü düşünceler cemaati büyülüyor; sonsuza kadar söylese, insanın sonsuza kadar dinleyeceği geliyor.

Şimdi bize bu kadar mühim, bu kadar faydalı bir eser hediye ettiği için Abdürreşid’e büyük büyük teşekkürler eder; bir an önce basılmasını tamamlamak için ne kadar fedakârlık mümkünse esirgememesini ayrıca niyaz eyleriz.
17 Aralık 2024 11:39
DİĞER HABERLER