Dünkü yazısında Mümtaz'er Türköne “kendisini hâlâ İslâmcı olarak tanımlayan, yaşça benden büyük bir dostundan dinlediği” bir olayı anlatıyordu: “70'lerin başına ait bir hikâye. Üniversitede okurken polisler sebepsiz yere Siyasî Şube'ye alıyor; iyi polis-kötü polis muhabbeti ile korkutucu bir sorgudan geçiriliyor. En nihayetinde üçüncü bir kişi “bize çalışacaksın” diye meseleyi bağlıyor. İslâmcı dostum, “Ben reddettim, ama çevremde aynı tezgâha düşüp teklifi kabul eden çok sayıda tanıdığım olduğunu anladım.” diye bitirdi hikâyeyi.”
Okuyucularımızın merakını gidereyim. Sözünü ettiği şahıs benim. Hikâyeyi anlatacağım.
Ben son yarım asırlık İslami mücadelenin hem içinde yer almış bir özneyim, hem gözlemcisi, şahidiyim. İmam Hatip'te okurken gözümü İslamcı olarak açtım; hiçbir zaman ne sağcı ne solcu oldum. Atatürk milliyetçiliğinden hazzetmedim, Anadolu milliyetçiliğini anlamaya çalıştım. Ancak Türk, Kürt veya Fars milliyetçiliği ile aramdaki mesafe neyse Arap milliyetçiliğiyle de mesafem aynıdır. Müslümanların en büyük hastalıkları milliyetçilik, mezhepçilik ve dünyevileşmedir; bu illetlerden kurtulmaları son derece güç. Kapitalizme, faşizme ve komünizme en ufak bir yakınlık duymadım ama dine saygılı sol ve sosyalizme sempati duydum. Duam, başladığım çizgide son nefesi vermektir.
(...)