Ali Çolak: Yönetenler eli sopalı ejderha olmamalı

Ali Çolak: Yönetenler eli sopalı ejderha olmamalı
Deneme türünün günümüz güçlü temsilcilerinden Ali Çolak Koklektif Sanat’tan Ferit Öcal’a özel açıklamalarda bulundu.
Çolak, çocukluğundan yazım serüvenine, edebiyatın toplumumuzdaki yerini, işlevini; toplumun edebiyata ihtiyacından çağın alışkanlıklarına varıncaya dek pek çok konuda görüşlerini ifade etti.

Cahiliye devri edebiyatın sesinin gür olduğu bir dönem. Ama insanlar vahşetleriyle ve adaletsizlikleriyle biliniyor. Bu zaviyeden bakılırsa edebiyatın toplum alışkanlıkları ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz?

Edebiyat toplumları ıslah edemez. Edebiyatın böyle bir gücü de yoktur, misyonu da yoktur. Edebiyatın muhatabı toplum değil bireylerdir. Bireylere bir şeyler söyler. Bireyler, kalbi titreyen insan olurlarsa onlar sağlıklı bir toplum oluştururlar. Edebiyat bir toplum kuramaz, çökmekte olan bir toplumun çöküşünü durduramaz, ahlaki çöküntüyü rayına koyamaz. Ne yapar edebiyat ? Toplum silkinip kalkacağı zaman, o toplumun tutunacağı dalı, nefes alacağı alanlardan biri olur.

Mavisini yitirmiş yaşamak dediniz evvela. Yaşama tekrar maviliği aşılamak için aydınlara ne gibi vazifeler düşüyor?

Aydınları bugünlerde sık sık bildiri yayınlarken görüyoruz. Bir çare arayışıdır, kurtarma arayışıdır bu. Aydın dediğimiz kişiler tehlikeleri önceden farkederler. Topluma giydirilmek istenen gayrı tabii gömlekleri reddederler. Fakat toplumdaki olumsuzluklarla mücadele etme görevini aydınların sırtına yüklemek gibi bir lüksümüz yok hiç birimizin.

Aydınlarımızın varlığını yeterince hatırlıyor muyuz?

Kişiler, yapamayacağı ya da beceremeyeceği şeyler söz konusu olduğunda aydınlara gözünü diker. Keşke dikse! . Bugün mesela bildiri yayınlıyorlar, soruşturma geçiriyorlar toplumun bundan haberi yok büyük ölçüde. Yahut haberi varsa da geniş kitleler için söylüyorum soruşturma geçiriyorsa -devlete karşı gelmişlerdir, mutlaka bir şey yapmışlardır-, diye düşünürler. Hep mücadeleyi kendi adına başkaları yapsın ister. Bunun temelleri vardır elbet. Kimse başının derde girmesini istemez. Özgürlük gelecekse ve bu iyi bir şeyse birileri bizim adımıza mücadele etsin. Temel mesele kişilerin bireylerin kendi rahatları ve kendi hülyalarıdır. Ona zarar gelmeye başladığında çığlık atar, işler yolunda gittiği müddetçe toplumdan böyle bir ses duyamazsınız.

Toplumla aydın arasındaki mesafeye gelecek olursak…

İki yüz yıllık tartışma konumuz budur aslında. Toplum-aydın çatışması. Toplum ile aydın arasındaki mesafe uzadı mı kısaldı mı bunu çözemedik, çözemiyoruz da. Şimdilik buzdolabında duruyor maalesef. Tartışmanın da anlamı yok zaten.


YÖNETENLER ELİ SOPALI EJDERHA OLMAMALI

Sorgulayan bireyler ve iyi okurlardan müteşekkil bir toplum düşündüğünüzde yönetenlerin yönetilenlere bakışı nasıl olurdu ?

İnsanlar, yöneten ve yönetilen diye ayrılmazlar. İnsanlar birlikte yaşarlar ve birlikte yaşayan insanlar kendi içlerinde görev taksimi yaparlar. Bu görevler -adı üstünde görevdir- yani onların varoluş amacı değildir. Gücü elinde tutanın gücü daha az olana kendi gücünü, hayat görüşünü, dayattığı bir mekanizma değildir. Bu mekanizmanın önünde bir tanrısal güç, insanlara hükmeden,mekanizma da değildir, olmamalıdır! Devleti o toplumda yaşayan insanlar kurarlar, çatarlar. Tıpkı bir arazinin ortasına insanların gölgelenebilecekleri, altında güneşten ve yağmurdan korunabilecekleri konstrüksiyon üzerine bir gölgelik yapmaları gibi. Eli sopalı bir ejderha değildir yani.

Son olarak Ama Sözcükleri Götüremezler dediniz sözcüklerin yüksek sesle konuşacağı güne eriştiğimizde kültürümüzü neler bekleyecek?

Edebiyata bir görev biçme taraftarı değilim. Edebiyat bizi yozlaşmış toplumdan alıkoyamaz. Ama savaş değil de barışa katkı yapar. Cennete götüremez ama cennetin güzel bir yer olduğunu anlatabilir. Sanat belli çağlarda, insanlar için daha üst sıralarda değerli bir nesne idi henüz görsel çağın başlamadığı zamanlarda. Fakat bu görsel çağla birlikte, popüler olanın öne geçtiği zamanla birlikte, felsefe, şiir, sanat bütün şubeleriyle -belki sinema biraz popüler ama- diğer sanatlar biraz daha geri gitmek zorunda kalmıştır yani bu çağın aklı böyle işliyor.

Peki bu çağın getirdikleriyle mi alakalı yoksa önceliklerimizle mi alakalı?

Biraz sonradan görmelikle alakalı. Yeni gelişmelere bizim toplumumuz çok kolay adapte olabiliyor. Mesela gelir düzeyi düşük insanlar bile en üst düzey teknolojiyi birincil ihtiyaç olarak görüyorlar. Bu biraz da önceliklerimizle ilgili. Sanat toplumun öncelikleri arasında değildir. Bir gün olur mu yeniden, pek ihtimal vermiyorum. O çağları geride bıraktık gibi geliyor bana. Ama şu demek değil, bunlara olan ilgi azalacak, hayatımızdan çekilecek. Bütün çağlarda iyi edebiyatın, iyi sanatın zaten az sayıda takipçisi olmuştur. Popüler olanın daha çok takipçisi olmuştur.

Olanlar karşısında hemen herkes sözün bittiği yerdeyiz diyor, ne dersiniz ?

Bugün pek çok insan yaşadığı olaylar karşısında söz bitti diyor. Bu elbette korkunç! Sözün bittiği yerde yumruk konuşur, küfür konuşur. Söz bitti kelimesini çok tehlikeli, anlamsız, cahilane buluyorum. Bunun sonucunda görüyoruz ki sürekli nefret sözcükleri konuşuluyor. Bu doğal bir sonuç. Söze kulak tıkarsanız, sözün tesiri kalmazsa başka şeyler konuşur bu da arzu edilen bir durum değildir.

Yani zıt şeyler bunlar…

Evet, söz geri çekilirse yumruk ileriye atılır.

Yitik Hüzün’de hüzün cemaatinin mensuplarından bahsediyorsunuz ve bu cemaatin bir kaç mensubunu da sıralıyorsunuz. Bu hüzün cemaatinin mensupları ile bir araya gelseydiniz onlara neler söylerdiniz?

Yani farklı bir şey söylemezdim. Söylemek istediklerimi söylüyorum zaten. İdealize edilecek bir şey de değildir hüzün. Sadece hüzünlü insanlardan müteşekkil bir toplumda hayat sürüp gidemezdi. Hayat steril bir biçimde yani kurgulanmış bir şekilde ilerlemiyor, gelişmiyor.

Cumhuriyetten bu yana edebiyatımızın kışı ya da baharı diyebileceğiniz dönemler var mıdır? Yayın evlerinden gelen rakamlardan bağımsız düşünürsek ?

Türk Edebiyatının büyük bir edebiyat olduğuna inandım hep. Kendi içinde çok güçlü bir Türk Edebiyatı var. Can-u gönülden inanıyorum buna. Cumhuriyet Döneminden hatta daha öncesinden alırsak; Ahmet Haşim’i, Tanpınar’ı, Reşat Nuri’yi, Halide Edip’i, Seksen Kuşağını, Sezai Karakoç’u, Dağlarca’yı İlhan Berk’i, Gülten Akın’ı, Ahmet Oktay’ı yani Türk Edebiyatının her döneminde iyi kuşaklar yetişti, büyük yazarlar, öykücüler, şairler, romanlar yazıldı.

Türk Edebiyatının kışı olduğuna inanmıyorum. Bir kıştan söz edeceksek okurun kışından söz edilir, kültürsüzlüğünden; Füsun Akatlı’nın deyimiyle “kültürsüzlüğün akışın”dan söz edilir. İnsanların, toplumun koşar adım kültürsüzlüğe gitmesinden söz edilir.

Nisan ve Eylül ayı gibi farklı mevsimlerin aylarından bir muaşaka çıkardınız nelerini yakıştırıyorsunuz ?

İkisi de kırılgan. Biri başlangıç, öbürü bitiş. Biri bittiğinde aslında bitmiyor, diğerine doğru yürüyor. Biri batarken, kışa girerken aslında kışa girmiyor, ona kavuşmak için yürüyüp gidiyor birer imge olarak. Biri dirilişin, diğeri solgunluğun başlangıcı olarak Nisanla Eylülü birbirlerine münasip görmüşümdür, nişanlamışımdır, evlendirmişimdir. Mutlu olduklarını zannediyorum.

Biz de mutluluklar dileyelim o zaman. (Gülüşmeler)

Bazı kitapları okuyoruz ve beğenmiyoruz acaba onlar bizi beğeniyor mudur? Kitapların beğenisini nasıl kazanırız?

Onlar beğendiklerinde bunu belli ederler. Kitap, en iyi yol arkadaşı, en iyi ev arkadaşıdır. Gidip aralarına oturduğumuzda, mutlu olurlar. Okşanmak isterler, alıp karıştırılmak, yan yana konulmak, sayfaları çizilsin isterler. Bir yolculuğa çıkacaksanız yarışırlar birbirleriyle. Beni al! Beni al! Çantanızda yer edinmek isterler. Bunu yaparsanız kitaplar sizden memnun olurlar. Yok, televizyon sehpasının altına gösteriş için konulmuş, aylar yıllar geçtiği halde açılmamış bir şekilde duruyorlarsa, onlar şikâyetçidirler sizden. Onlara dokunuyorsanız, günlük hayatınızda onlarla vakit geçiriyorsanız şayet kitapların sizden memnun olduğunuzdan emin olabilirsiniz.

Masallarda anlatıldığı gibi dertsiz tasasız ya da hep mutlu sonla biten hikayelerdeki gibi bir hayatımız olsaydı sanat ve şubeleri nasıl bir şekil alırdı ?

Böyle bir toplum tabiki yok olmadı, olmayacak da. Edebiyat, sentetik bir şey de değildir.

Peki, neden hep gıpta ile bakarız böyle diyarlara ?

Özlem sübjektiftir. Yani öyle bir topluma götürseler yaşamak istemeyiz orada. Bir resimdir o. Toplu ölümler yaşanabilir mesela… Dolayısıyla hayal edilen ideal dünya; belki de sadece bir çizimden, sadece bir görsellikten ibaret olabilir. İnsan türünün olduğu yerde her zaman sorunlar vardır. Mutlulukla keder iç içedir. Onun için cennet vardır. Yeryüzünde acısız kedersiz, kâğıda çizilmişçesine bir hayat yaşamanın imkânı yok.

SANAT BİR VAROLUŞ MESELESİDİR

Birçok yazar kendi döneminde anlaşılmamıştır. Edebiyat ya da yazarın amacı anlaşılmak mıdır ?

Amacı değilse bile neticede anlaşılmak ister elbette. Yani anlaşılmak istemese niye eser yayınlasın. Ama yazar anlaşılmaktan çok kendini gerçekleştirmek ister. Var oluşunun bir sonucu olarak bir eser ortaya koyar, söylemek istediği bir söz vardır, bir çığlık koparmak ister.

Yeryüzünde yaşıyor ve buraya dair düşünceleri var. Olup bitenlere dair bir çığlık atmak istiyor, türkü söylemek istiyor. Birincil mesele budur. Yani bir varoluş meselesidir sanat, edebiyat, söz, kısaca her şey. Anlaşılıp anlaşılmama ondan sonra başlar. Elbette her yazar kendisine iyi okurlar bulmak ister. Okunmak ister. Çığlığının duyulmasını ister, yankı uyandırmak ister. Ama birincil meselesi anlaşılmaktan çok kendisini ifade etmektir. Söz söylemektir, kâinatı ve kendisini okumaktır. Böylece yazarın amacı tamamlanmış olur.

İnsan sürekli geçmişe ve çocukluğa özlem duyuyor. Bu çocukken ki algılamamızla mı alakalı yoksa dünya giderek kötü bir hal mi alıyor ?

Çocukluk insanın anayurdudur. Ne kadar yaşınız ilerlerse ilerlesin oraya hep dönersiniz, Dünyanızın şekillendiği yaş dilimi orasıdır. Her şey orda olup biter aslında. Daha sonra onun üzerine şehirler gezersiniz, kitaplar okursunuz, insanlar tanırsınız, eğitim alırsınız ama çekirdek hiç bir zaman değişmiyor, değişmez. Çocukluk insanın çekirdeğidir. Oradaki mekânlar, oradaki insanlar sizin birincil kaynağınızdır. Bu bakımdan çocuklukta tanıdığınız insanların, okuduğunuz kitapların etkisi uzun boylu sürer, bir yazar öyle der: “Geçen yıl okuduğum kitapların hiç birini hatırlamıyorum ama çocukluğumda okuduğum kitapların hepsini hatırlıyorum”, bunun gibi bir şeydir.

Binlerce şeyle tanışırsınız çocukluğunuzda, hayatınıza karışmış, size dokunmuş, çevrenizdeki insanların etkisi hiç bir zaman eksilmez, uzar gider. Bu bakımdan babaannemin benim üzerimdeki rolü çok fazladır. Onun bütün sahneleri hiç silinmeden gözümün önüne gelir. Sanki benim için sonsuz beslenme kaynağıdır babaannem. Bu elbette bugünün sevimsiz oluşuyla da ilişkilidir ama başta felsefe olarak çocukluk, ana yurttur ve insan sürekli oraya döner. Aynı zamanda saf ve temiz olandır. Öyle bir dünya aradığınızda ilk gideceğimiz yer de çocukluğumuzdur.

Çocukluğa özlem dediğimiz şey aslında çekirdeğe özlemdir ?

Evet, çekirdeğe özlemdir.
30 Mart 2016 17:33
DİĞER HABERLER