Yeni Hayat Gazetesi Yazarı Ali Ünal Diyanet İşleri Başkanlığı'na bayram göndermesinde bulundu. Ünal Hadis'i hatırlatarak " Mesele, bu kadar basittir; Şililere gitmek, gözlemci göndermek gereksizdir." dedi.
Yeni Hayat yazarı Ali Ünal, Ramazan bayramı karmaşasına neden olan hilal'İn gözükmesi konusunu ele aldı. Ünal orucun 30'a tamamlanması konusu için "Şaban’ın ve Ramazan’ın 28’inci akşam öncesinden itibaren ay gözlenir; 29’uncu akşamı görülürse Ramazan’a girilir ve Ramazan’dan çıkılır. Velev ki hilâl zatında ayın 29’uncu akşamı ortaya çıkmış bile olsa, eğer bulut, hava kararması gibi bir sebeple görülememişse, yine hadiste buyrulduğu üzere, Şaban veya Ramazan 30’a tamamlanır. Mesele, bu kadar basittir; Şililere gitmek, gözlemci göndermek gereksizdir." dedi.
Ünal Diyanet'e ise dikkat çeken göndermede bulundu.
İşte Ali Ünal'ın O Yazısı:
Sahur, ru’yet-i hilâl konuları ve mihrabı kirletme –
Din herkes için olduğundan vahiy-Kur’ân-Din’in dili, en sıradan bir insandan Peygamber Efendimiz’e varıncaya kadar herkese hitap ve herkesi tatmin edebilme hususiyetine sahiptir. İnsanların çok büyük çoğunluğu her zaman “avam” olduğu ve Dinî emirler, yasaklar ve kaideler de herkesi kapsadığından, vahyin dili de, en zâhir ilk tabakasıyla bu çok büyük çoğunluğu dikkate alır. Meselâ, Kur’ân namazı emreder; onun rükû ve secdesini zikretse de nasıl kılınacağını; Hacc’ı emir ve bazı menâsikinden sözeder, fakat onun nasıl ifa edileceğini anlatmaz. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), “Beni nasıl namaz kılıyorum görüyorsanız siz de öyle kılın!”; “Hacc’ın menâsikini benden alın!” buyurarak, ibadetlerin ifasını müşahhas ortaya koymuştur. Namazı zahirî şartlarıyla Sünnet’te ortaya konduğu şekliyle kılan herkes, onu ifa etmiştir; fakat en sıradan bir insandan Peygamber Efendimiz’e, seradan süreyyaya kadar, derinliği, enginliği, tecrübesi bakımından namazın mertebeleri vardır.
Sahib-i Şeriat, ibadetleri tarif ederken, bir zümre ve seviyenin değil, herkesin anlayacağı şekilde tarif buyurur. Meselâ, “Fecir’den güneşin doğumuna kadar sabah namazı kılınır; güneş öğle zamanı tam tepeden biraz batıya doğru salındığında öğle namazının vakti girer; her bir şeyin gölgesi kendisinin bir (veya iki) katı olunca ikindi namazının vakti girer…” şeklinde tariflerde bulunur ki, mesele, şehirde, köyde, dağda, ormanda, çölde, 7’nci asırda da, 21’inci asırda da herkesin anlayıp görebileceği açıklıktadır. Sahur ve rü’yet-i hilâl (Ramazan’ın girişi ve çıkışı) meselesi de böyledir. Böyle de olmalıdır; çünkü Din, sadece bilim ve teknoloji asırları için değil, bütün zamanlar ve herkes içindir. Kur’ân, “Ayın (Ramazan’ın) girdiğine şahit olan o ay oruç tutsun.” buyururken, Peygamber Efendimiz, “Ayı görün oruç tutun, ayı görün iftar edin (Ramazan’a son verin)!” buyurmuşlardır.
Şahit olmak, beş duyuyladır ve herkes için sözkonusudur; ayı görmek gözledir ve görmez olmayan herkes için sözkonusudur. O bakımdan, Şaban’ın ve Ramazan’ın 28’inci akşam öncesinden itibaren ay gözlenir; 29’uncu akşamı görülürse Ramazan’a girilir ve Ramazan’dan çıkılır. Velev ki hilâl zatında ayın 29’uncu akşamı ortaya çıkmış bile olsa, eğer bulut, hava kararması gibi bir sebeple görülememişse, yine hadiste buyrulduğu üzere, Şaban veya Ramazan 30’a tamamlanır. Mesele, bu kadar basittir; Şililere gitmek, gözlemci göndermek gereksizdir.
Sahur konusunda da mesele aynı netlik ve açıklıktadır. Âyet, “beyaz ipliğin siyah iplikten ayrılması” tabirini kullanır. Eline biri siyah, biri beyaz iki iplik alıp, gece ışıksız ortamda beyaz olanı siyah olandan seçilebildiği zaman oruca başlayan Sahabî de meseleyi doğru anlamıştır; “Geceyi gündüze, gündüzü geceye (sarık dolar gibi) dolarız.” âyetinin harikulâde istiaresine binaen, ufukta sarığın ilk şeridinin beyazlığı seçildiği anda oruca başlayan insan da doğru anlamıştır. Bunu tesbit için de Kuzey Kutbu’na gitmek boşunadır, katiyen gereksizdir.
Mesele bu kadar açıkken niye problem haline getiriliyor? Türkiye Cumhuriyeti, lâik bir ülke olarak özellikle ilk çeyrek asrında kendisini İslâm dünyasından ayrı tutmaya dikkat etmiştir. Takvim, ölçü-tartı birimlerinin değiştirilmesi devrimleri de bu konuda bize fikir verebilir. DİB, Türkiye Cumhuriyeti’nin lâik karakterini koruma vazifesi altındadır da. İkinci olarak, ispat-ı nefis, hubb-u câh peşinde koşan bazı akademik unvan-titr sahipleri var. Din de hassas, herkese şâmil, maalesef savunmasız. Dolayısıyla, akademik unvan veya titrinin halktan ücretini isteyenler, ispat-ı nefis için mihrabı kirletme yolunu seçiyor ve kiri cemaate de sıçratıyorlar. 14 asır uygulanmış, yerleşmiş, kaide-i mukarrere halini almış, hattâ şiar hükmü kazanmış meselelere dahledenler hakkında başka türlü düşünemiyorum.
Yeni Hayat