Samanyoluhaber.com yazarlarından Hüseyin Odabaşı, yeni köşe yazısını 'Alim ve Zalim' başlığıyla kaleme aldı.
Müslümanların en yoğun yaşadığı yer olan Ortadoğu'nun aynı zamanda zulümlerin, cinayetlerin gasp ve kıtallerin de en çok yaşandığı yer olması bir tesadüf müdür? Acaba bunca zulmün ve cinayetin işlenmesine sebep olan motivasyon, kaynağını dinimizden mi alıyor? İnsan düşünmeden edemiyor.
Dinimizin müntesiplerinde biat ve itaat kültürü oluşturması zalim idarecilerimize veya kliklere karşı bizde oluşması gereken sosyal tepkiyi ortadan mı kaldırdı?Şöyle bir kaynaklarımıza bakalım. Sorunun kaynağına inmeye çalışalım.
İlk ve en önemli kaynağımız Kuran’dır. O da adaleti emreder. “Zalimlere sakın meyletmeyin der. Aksi takdirde ateş size dokunur” tembihinde bulunur (Hud, 113). Diğer taraftan idare ve yönetimle alakalı Kuran’ın aslında bir teklifi yoktur. Yönetim sultanlık mı olsun, monarşi mi olsun, yoksa elitler güruhu tarafından toplum idare edilse daha iyi olur? Bu soruları Kuran cevapsız bırakır. Fakat idarede tek şart “adalettir.” Her cuma Allah adaleti emrettiğinin belirtilen ayet cemaatin yüzüne karşı görevli imamlar tarafından tekrar edilir. (Nahil, 90)
Tamam, Kuran adaleti emredip zulmü yasaklıyor da acaba ehl-i sünnet akidesinin hâkim olduğu bu Ortadoğu coğrafyasında Sünnet-i seniyede zulme cevaz veren Peygamberimize(sav) ait hal, söz veya tavır mı var?
Allah’ın gölgesinden başka gölgenin olmadığı ahiret yurdunda Allah’ın gölgesinde gölgelenecek 7 sınıfın ilkini “adil imam- El imamu adilun” sınıfı teşkil eder. (Buhâri, Ezan 36, Zekât 16, Rikak 24, Hudûd 19; Müslim, Zekât 91. Ayrıca bk. Tirmizî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2)
Yine Peygamber(sav) beyanına göre en büyük ibadet zalim bir idarecinin yüzüne doğruyu haykırmaktır. (Nesâî, Bey’at 37)
Evet, görüyoruz ki Kuran ve Sünnette zulme cevaz vermiyor. Acaba Kuran ve sünnetin ilk muhatapları ve alimler tarafından uygulamasında mı bir problem var? Ümmetin büyükleri bu ayetleri algılamasında mı bir yanlışlık veya bir farklılık var?
Zalime tavır alıp zulme meydan vermeme veya mazlumun yanında yer almak ile alakalı ilk uygulamaların yine sahibi şeriat tarafından ortaya konduğunu görüyoruz. Peygamberimiz (sav) daha peygamber değilken Mekke’nin şımarık ve zenginleri tarafından ticaret için gelen yabancıların hakkını korumak için Hilful Fudul (Faziletliler Topluluğu) teşkilatı kuruldu da Peygamberimiz (sav) bu cemiyetin üyesi olmaktan ömür boyu iftihar etti. Bir ara yabancı bir tüccarın kolundan tuttu hakkını alması için Ebu Cehil’in kapısına dayandı. Ebu Cehil neye uğradığını şaşırdı ve gasp ettiği malı veya parayı büyük bir şaşkınlık içinde getirip Peygamberimizin gözetimi altında mağdur şahsa teslim etti.
Sabaha kadar kıvranmaktan dolayı uyuyamayan Peygambere (sav) bu tehalükünün sebebini soran Hanımına; zekat olarak dağıtamadığı için evinde kalan birkaç hurmayı daha erken saatte uyanan evlatlarından bazılarının yeme ihtimalinden dolayı rahat edemediğini ifade buyurdu. Ganimet mallarını ortaya getirmeden alıp gidenlerle alakalı karınlarında ateş taşıdığını söyleyerek bu tür gasplara oldu.
Hz. Ebu Bekir (r.a) ihtimal bilerek zekât vermek istemeyen Müslümanların bu davranışını zekâtı hak edenlere karşı zulüm olarak değerlendirdiğinden ötürü savaş etmeyi dahi göze aldı. Hatta savaştı. (Ridde Savaşları)
Hz. Ömer’e (r.a) eğri kılıcına dayanan bir bedevi; “Bu eğri kılıcımızla seni düzeltmesini biliriz Ya Ömer” ikazında bulundu. Muaviye zalim mi adil bir sultan olduğunu anlamak için hutbede yaptığı hatanın düzeltilmesi karşısında Allah’a hamd etti.
Hz Ali (r.a) fiili bir durum olmadıkça Haricilerle savaş yolunu tercih etmedi. Kendini hançerleyen İbni Mülcem için ölürsem kısas uygulayın, yoksa uygulamayın tembihinde bulundu. Çünkü öldürmeyeni öldürmek haddi aşmak olurdu.
Peygamberimizin (sav) ve Hulefa-i Raşidin’in zulme ve gaspa karşı duruşunda bir problem, iltimas veya yumuşaklık olmadığına göre yoksa özellikle Ehl-i Sünnet alimleri mi hem yaşantılarında veya verdikleri fetvalarda zulme geçit verdiler? Nasıl günümüzün Müslüman dünyasında bunca zulüm, haksızlık ve illet payidar olabiliyor? Neden?
Aslında Ehl-i Sünnet alimleri veya Hocalarının da zalime zulme destek verip teşvikte bulunmadıklarını görürüz. İlk dönem alimleri, fiili bir tepkinin işareti olarak “Zalimin köprüsünden geçilmez” fetvası verdiler. İmam-u Azam zalim idarecilerin zalimce uygulamalarına destek vermemek için Emevîlerin kadılık teklifini şiddetle reddetti. Yine İmama göre gasp edilen mallar kim tarafından olursa olsun devlet veya şahıs farketmez geri iade edilmesi gerekirdi.
Ehl-i sünnet alimleri tarafından genellikle bize, masiyet noktalarının dışında zalim de olsa idareciye itaat edilmesi tavsiye edildi. Aksi takdirde fesat daha da artar, zalimin zulmü umumiyet kesp edebilirdi. İbn-i Haldun zalim idareciyi yola getireceğim diye kılıca sarılan cemiyetlerin helak olduklarından acı acı bahsetti. Fakat tüm bunlara rağmen İmam-u Azam Hazretleri, Hamidullah Hoca, “İslam’da Anayasa” kitabının 60. sayfasına göre zalim idareciye isyan edilir şeklinde fetva verdi. Ahmet Bin Hanbel “Kuran mahluktur” şeklindeki halifenin fetvasına karşı canı pahasına karşı çıktı. Çünkü halife, kendi fetvasını kabul etmeyenleri cezalandırıyor, hapse atıyordu. Bütün dini camiaları kapsayan bir cadı avı başladı. Böyle bir fetvayı usul-u fıkıh açısından kabul etmek de zaten mümkün değildi. Suyu tersine akıtmak gibi bir şeydi.
Rivayet odur ki; İmam-u Azam çalıntı bir koyundan dolayı yaklaşık 15 sene koyun eti yemedi. Gasp edilen bu koyunun etini yeme ihtimalini bile ortadan kaldırdı. Diğer taraftan bu ehl-i sünnet imamları, devletin şer-i şerifin belirlediğinden fazla vergi almasını gasp olarak değerlendirdiler. Devlet bu aldıklarını geri vermeliydi.
“Fihi Ma Fih” kitabında Mevlâna Hazretleri, “O kötü alimdir idarecilerin ayağına gider. O ne iyi idarecidir ki alimlerin ayağına gider” şeklindeki sözü uzun uzadıya şerh eder. Bu sözün bir benzeri İhya’da da mevcuttur.
Zulüm özellikle saltanat veya idareyi temsil eden şahıslarca işlendiğinden dolayı onların ayaklarına gitmek onlara destek vermek demektir. Bu nedenle tarihimiz alimlerin ayaklarına kadar gidip onlardan istifade etmesini bilen adil idarecilerle de doludur. Kanuni, Yavuz, Fatih ve Birinci Hüdavendigar bu tür idarecilerdendir.
Çünkü idareci haddini aşıp zulme girdiğinden onu bu işten men edecek bir onurun alimlerde olması gerekir. Diğer taraftan alimlerin sultanların ayağına gidip lüzumsuz saygıda bulunmaları “besle kargayı oysun gözünü” türünden bir davranıştır.
Evet, aslında tarihi ve dînî kaynaklara inildiğinden görüyoruz ki, zulme karşı tedbir alınmış olmasına ve adaletin temin, tesis ve tavsiyesi yapılmış olmasına rağmen halihazırda bizlerin yaşadığı yüzeysel dindarlık, temsildeki zaaflarımız veya başka bir ifade ile taklid-i imana sahip olanlarımızın dindarlığı sebebiyle zulme karşı dik duramıyoruz. Mazluma arka çıkamıyoruz. Yani sorun dinimizde değil; dinimizin gereklerini yerine getirme zaafı yaşayan bizlerdedir.
Çünkü, zulme karşı dik durmamıza sebep olacak olan gerçek kuvvetin kaynağı imandır:
“İman hem nurdur hem kuvvettir. Hakiki imanı elde eden adam kainatlara meydan okuyabilir.”(Sözler)
Haksızlık karşısında eylemsiz kalmak ise şeytana yakınlığı netice veren bir iman zaafıdır:
Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır çünkü.
Dillisi ve dilsizi bütün şeytanlara karşı inançla ve imanla mücadele etmek zorundayız.