Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, yeni köşe yazısını 'Allah rahmetine haset edenler' başlığı ile kaleme aldı.
Uhuvvet Risalesi’nde Dördüncü Düsturu’nda deniliyor ki: “Ehl-i kin ve ehl-i adâvet, hem nefsine, hem mümin kardeşine, hem RAHMET-İ İLÂHİYEYE zulmeder; haddini aşar. Çünkü kin ve düşmanlık ile nefsini (kendisini) bir azab-ı elimde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azabı ve korkusundan gelen elemi kendine çektirir, bizzat kendine zulmeder. Eğer düşmanlık hasedden gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü hased evvelâ edeni ezer, mahveder, yandırır. Haset edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
“Hasedin çaresi: Hâsid kimse, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün, kuvvet, mertebe ve servet; fânidir, muvaffaktır. Faydası az, zahmeti çoktur.
Eğer uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda haset olmaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır, âhiret malını dünyada mahvetmek ister veyahut haset edileni riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
“Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve RAHMET-İ İLÂHİYEYE, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdeta KADERİ TENKİT ve RAHMETE İTİRAZ EDİYOR. Kaderi tenkit eden başını vursa / örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.
“Acaba, bir gün düşmanlığa değmeyen bir şeye, bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder bozulmamış hangi vicdana sığar?’ Halbuki mümin kardeşinden sana gelen bir fenalığı, bütün bütün ona verip, onu mahkûm edemezsin. Çünkü: Evvelâ, kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o KADER ve KAZA hissesine karşı RIZA ile mukabele etmek gerektir.
İkinci olarak, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o kimseye düşmanlık etmek değil, belki nefsine mağlup olduğundan acımak ve nedâmet etmesini beklemek. Üçüncü olarak; sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör; bir hisse de ona ver. Sonra geriye kalan küçük bir hisseye karşı en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlub edecek af ve müsamaha ile, yüce gönüllülük ile mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa sarhoş ve divane olan, cam kırıklarını ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan bir cevherci gibi; beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz dünyevî işlere, güyâ ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şiddetli bir hırs ile ve dâimî bir kin ile mütemadiyen bir düşmanlıkla mukabele etmek, mübâlağa kipi ile bir büyük zalimliktir veya bir sarhoşluktur ve bir nevi divaneliktir.
“İşte şahsî hayat yönünden bir derece zararlı olan düşmanlık duygusuna ve intikam düşüncesine, eğer şahsını seversen, yol verme ki, kalbine girsin. Eğer kalbine girmiş ise, onun sözünü dinle.”
(Burada Üstad Hazretlerinin çok önemli bir tesbitini görüyoruz. Diyor ki: “Halbuki mümin kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip, onu mahkum edemezsin. Çünkü: Evvelâ, kendin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp o kader ve kaza hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.” Çöllerde yaşayan Müslümanların mallarına, canlarına gelen musibetlerdeki takdir-i İlahiye karşı teslimiyetleri, pek çok Batılı gezgini kendilerine hayran bırakmış ve geçmişe kader nazarı ile bakıp rahatlayarak huzur bulmaları onları hayretler içinde bırakarak İslamiyeti anlama ve öğrenme meraklarını tahrik etmiştir.
Bugünlerde Gazze olaylarında cereyan eden bir mazlumiyet ve mağduriyet karşısında bütün yakınlarını ve imkanlarını kaybeden bir kadının ellerini gözlerini göklere dikerek teslimiyet içinde Allah’a yalvarması Amerika’da pek çoklarının İslamiyete meyletmelerine sebep olmuştur. Çünkü, onları çok ağır sözler ve ağza alınmayacak hakaret ve küfürlerle, inandıklarına karşı bağırıp çağırmaktan geri durmuyor. İngiltere'de bir kanser uzmanı olan Profesör bir arkadaşımız, bir hastasının Hz. İsa’nın ismini anarak bir şeyler söylemesini bizlerin Peygamber Efendimize salavat getirmesi gibi zannederek, “İşte böyle demeye sen devam et!” durumuna karşılık hemşire hanım arkadaşımızın dindar bir Müslüman olduğunu bildiği için ikaz etmiş. Bu ve benzerleri Müslümanların Allah’tan şifa dilemesi gibi bir şeyler söylemiyor, o bilakis küfrediyor!” demiş.)
“Bak, hakikatı görüp gösteren Hâfız Şîrâzi’yi dinler. “Dünya öyle bir değerli mal ve metâ değil ki, onun bir çekişme ve kavgaya değsin. Çünkü fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz’î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.
Hem demiş: ‘İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır; dostlarına karşı mürüvetkârâne (insanlığa yakışır şekilde, mertçe, dostça) davranmak ve düşmanlarına sulhkârâne muâmele etmektir.’ (Evet, dostlar müdârat yapılarak geçiştirilmez ve idare edilmez. Zaten öyle dostluk olmaz. Onlara olanca samimiyet ve açık gönüllülükle yiğitçe davranmak gerekir. İnsanlığın ve dünyanın huzur ve selameti için düşmanlara da düşmanca davranmanın zararlarını mülahaza ederek sulhkârane muâmele etmek gerekir. Hele hele muhabbet fedaileri ve sulh ve sükunun temsilcileri olan Hizmet mensuplarını daha da içtenlikle hareket etmeleri gerekir.)