Samanyoluhaber.com yazarlarından Safvet Senih köşe yazısında Hüsrev Altınbaşak ağabeyi anlattı.
İbrahim ve Erdoğan Beyler 1961’de Hüsrev Altınbaşak Ağabeyimizin Mahkemesine katılmak için Isparta’ya giderler. Mahkemeden sonra İnebolu Kahramanlarından Ahmet Nazif Çelebi Ağabeyle beraber üçü Barla’yı, Üstad Hazretlerinin Risaleleri yazmaya başladığı yerleri görmek isterler. Ama Barla’daki Üstad’ın medresesine gidince, orada karakol çavuşu bunları tutup nezarete atar. Erdoğan Bey “Memlekette Anayasa var, kanun var, seyahat hürriyeti!..” derken, Çavuş, sopayı katığı gibi, “Ben şimdi size Anayasayı ve seyahat hürriyetini gösteririm” diyerek üzerlerine yürür. Gün görmüş ve tecrübe sahibi olmuş olan Ahmet Nazif Çelebi Ağabey hem de yaşlı başlı birisi olduğu için, “Komutan, bunlar çocuk, sen bunların kusuruna bakma” diye çavuşu yumuşatmaya ve yatıştırmaya çalışır. Bunun üzerine çavuş “Haydi defolun!..” diye salıverir… Nazif Ağabey “Şimdi Eğridir gölüne girin de sinirlerimiz yatışsın.” der. Gölden çıktıktan sonra Isparta’ya döner.
Erdoğan Bey diyor ki: “Hüsrev Ağabey, Hacı Edhem Beyin oğlu idi. Halk ona ‘Haştem’ derlerdi. Hüsrev Ağabey aslında İstanbul terbiyesi görmüş bir beyefendi idi. Çiftlik sahibiydi. Türkiye’de ilk defa traktör alanlardan birisiydi. Kendisi çok güzel ‘ud’ çalardı. “Ûdî” idi, hem de ud’u başının üstünde çalardı. Yani Ûdun Üstadı idi. Konağında musîkî heyetleri olur, eğlenceler tertip edilirdi. Daha sonra bir tarikata girdi. Camiye sabah namazında gidiyor, namazdan sonra zikre başlıyor. Öğleye kadar. İkindi namazından sonra akşama kadar zikir çekiyordu. Hanımı Isparta’nın ileri gelenlerinden idi. Ama onun bu haline tahammül edemeyip beşikteki kızını kucaklayarak babasının evine gitti. Hüsrev Ağabey, hanımının kendisini terketmesinden sonra inzivaya çekildi. Ama Ulu Camiye gidip geliyordu. Üstad Hazretlerinin Barla’ya geldiğini duyunca, Üstad’a bir mektup yazdı. Sonra yüzyüze görüşmek için traktörü ve faytonu olduğu halde, saygısından oruçlu ve yayan olarak yollara düştü. Köyden köye… Üç günde Barla’ya Üstad’ın huzuruna vardı: “Altı sert olup bükülmeyen meslerle namaz kılmak câiz olur mu? Bu avrupaî pantolonla namaz kılınabilir mi? Şehir hükmünde olmayan yerlerde Cuma namazı kılınabilir mi?” sorularına karşı, Üstad Hazretleri ona; “Kardeşim, Âlem-i İslâmın çok ciddî dertleri var. Hepsi de bu teferruatları ötesinde ciddi meseleler. İmanî promlemleri var. Teferruat meselelerde bir âlim şöyle der, bir başkası böyle der. Biz büyük problemlerimiz dururken, bunlar içinde boğulup kalamayız… Onun için gel beraber iman ve Kur’an Hizmetini ön plana alıp çalışalım…” meâlinde sözler söylemiş… Hüsrev Ağabey de kabul edip Gül Fabrikasının kâtipliğini uhdesine alarak Isparta’ya dönmüştür. Zaten ilk karşılaşmalarında, Hüsrev Ağabey elini öpmek için eğildiğinde bu arada kafaları birbirine çarpmış. Bunun üzerine Üstad gülerek “Kardeşim, bu bir işarettir ki, inşallah ileride birbirimize çok faydamız dokunacak.” demiş. O zaman henüz Sözler tamamlanmamış, Mektubat’ın da bir kısmı yazılmış. Lema’ların pek azı yeni yazılıyormuş ve her yazılan bölümü Üstad Hazretleri talebelerine gönderiyormuş. Hüsrev Ağabeyin her yazılan Risale üzerine karşılık olarak çok güzel takdir ve tebcilleri vardır. Barla Lâhikasında bunun çok numuneleri mevcuttur. Hüsrev Ağabey 15 sene riyazat yapmış, 15 sene de evinin yüklüğüne saklanıp pencereye nöbetçi dikerek her daim Risale-i Nur yazmıştır.
“Hüsrev Ağabey, çok müeddeb (edepli) bir İstanbul efendisiydi… Peygamber Efendimize (S.A.S.) öyle bir salavat getirirdi ki siz onun Efendimizi (S.A.S.) ne kadar candan sevdiğini ‘Aleyhi salâvâtu’r-Rahman” deyişindeki ihtizazdan anlardınız. Öyle bir namaz kılardı ki, ‘Ah keşke böyle bir namaz kılabilsem!’ diye içimden geçirirdim. Öyle bir yalvarışı vardı ki, iftitah tekbiri alırken görmeye değerdi. “Allahım! Allahım!’ diye sızlanır sonra tekbir alırdı. Sanki perde açılsın diye çırpınırdı. Arkasında namaz kılarken mest olurduk…
“Sav köyünün o kaçakçı, kavgacı ve sert yapılı insanlarını bile terbiye etmişti. Onun yanına üstü başı ter kokan hiçbir köylü gelmezdi. Konuşma ve giyimlerine dikkat ederlerdi. Zaten onları sözlerindeki ifade uygun değilse ‘Zaten siz şöyle demek istemiştiniz değil mi efendim’ diyerek Ağabey, nasıl söylenmesi gerektiğini gelip çok fazla meşgul etmiş ise “Safâ gelmişsiniz efendim!” derdi. O kişi de kalkıp gitmesi gerektiğini öylece anlardı.
Üstad Hazretleri onun için yaptığı büyük hizmetlerden dolayı “Bin kusuru olsa affedilir.” Buyurmuştur.
Biz, o ilk büyüklerimize son derece saygılı olmak zorundayız. Cenab-ı Hak, Hüsrev Altınbaşak Ağabeyimize rahmet eyleyip, Firdevs Cennetlerini nasip etsin…