ANNE VE KIZLARI

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, Türkiye'de yaşanan sıkıntılı günlerden nasibini alan bir ailenin ibretlik hazin hikayesini köşe yazısına taşıdı.


ANNE VE KIZLARI

Üç aylardayız….
Beraatin ve affın çokça konuşulduğu şu günlerde aklıma o anne ve kızları düşüyor.
Yürekleri yangınlarla tutuşmuş, ayak izleri Meriç’in sularından Kuzey’in sisli topraklarına uzanmış olan anne ve kızları…
Dingin bir yaz ikindisinde kapının zili çalıyor.
Genç bir anne ve yanında gözlerinde güneş taşıyan iki kızı…
 Cihan Harbi görmüş gibi üçünün de yüzlerinde tatlı bir yorgunluk var.
 Bütün çağların yükü omuzlarına binmiş gibi duran genç anne, her yanıyla etrafa güzellik ve zarafet saçıyor.
Kanatsız melekler gibi kızlarının üzerine titreyişi gözlerden kaçmıyor. Belli ki kızlarını çok ama çok seviyor. Bir orman yangınından yavrularını kurtaran annenin sevinci var gözlerinde.
Körpe çağlarında olan kızlarımızın yüzlerindeki yorgunluğu Anadolu kızlarına has tatlı bir utangaçlık gölgeliyor.
 İkisi de onca fırtınaya, kara-kışa aldırmadan her geçen gün biraz daha serpilmiş, boy atmış servilere benziyor. Gözlerinde Cennet parıltısı, adımlarında zarafet var; her davranışları asalet, sevgi dolu.
Yaşadıkları fırtınanın derin izleri var yüzlerinde.
Kudret kaleminin çizdiği kaşlarının altındaki cennet parıltısı gözlerinde büyük bir cesaret ve belirgin bir gurur izi seziliyor.
Anne ve iki kızı Meriç’i geçerek bu kuzey ülkesine gelmişler. Babaları on yıla yakındır hapisteymiş. Müebbetle yargılanıyormuş.
Kızlar da beş, altı yaşlarında iken anneleriyle hapiste kalmışlar.
Bir gün gardiyan, “Büyük kızınız on gün sonra altı yaşını dolduruyor; artık burada kalamaz,” diyor.
 Zavallı kızcağız bunu duyunca, o beton duvarlar arkasında kendine kurduğu masal dünyası yerle bir oluyor. Beton blokların altında kalıyor.
 On gün boyunca hep ağlıyor, yemiyor, içmiyor. İçini çeke çeke bir köşede sürekli ağlıyor.
“Ben annemden ayrılmak istemiyorum,” diyor. Hiç kimse onu teselli edemiyor.
O on gün dolmadan bir mucize gerçekleşiyor ve anne iki kızıyla tahliye oluyor.
 Anne, “Kızımın iç çeke çeke yaptığı o gözyaşı duaları bizi o beton duvarlardan kurtardı,” diyor.
Matematik öğretmeni olan anne, kızları ile hapisten çıktıktan sonra Türkiye’nin de kendileri için yaşanılır olmaktan çıktığını görüyor.
Müebbetle yargılanan hapisteki kocasına, “Seni kızlarımızla gittiğimiz gurbetlerde bekleyeceğiz,” diyor ve iki kızıyla Meriç’ten geçerek kuzeyin bu asude ülkesine geliyor.
 İmzalatmak için yanlarında üç tane de kitap da getirmişler. Bir dördüncü kitabı da ben babaları için ilave ediyorum.
 “Bu Sevdanın bedeli.”
 “Bu sevdanın bedelini ziyadesiyle ödeyen kahraman tez zamanda gel, kızların seni bekliyor,” diye imzalıyorum.
Genç anne, ‘’Sizden üç şey için dua istiyorum,’’ diyor.
 Birincisi, eşimin bir an evvel tahliye olup buralara gelmesi ve yeniden aile fotoğrafımızın tamamlanması için.
 “Ben kitaba o duayı yazdım,” diyorum.
 Kitabın kapağını açıp bakıyor. Teessür karışımı bir tebessüm yerleşiyor yüzüne.
‘’O zaman ben ikinci isteğime geçeyim,” diyor. “Bu kızlarımın ahlaklı, Allah’a ve Peygambere saygılı, pırıl pırıl evlatlar olmalarını istiyorum.
 Üçüncüsü de… Ben matematik öğretmeniyim. Mesleğimi çok seviyorum. Yeniden mesleğime dönmek istiyorum.
‘’İnşallah bu üç arzunuz da gerçekleşir, ama bunların çaresi sizde,’’ diyorum.
“Nedir o?” diyor.
“Her gece sadece O’nun gördüğü ıssız bir yerde, sadece O’ndan istemek.”
Hafiften gülümsüyor.
 O gülümsemeden, ‘’Yükü benim omuzlarıma koyuyorsunuz,’’ demek istediğini anlıyorum.
“Biz de elbette yardımcı olacağız, ama yük kiminse, kaldıracak omuz da ondadır,” diyorum.
“Çare sizde, lütfen başka yerde aramayın.”
Onlar otururken 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası’nın Türkiye- Hollanda maç saati de yaklaşıyor.
Kızlara soruyorum.
Babanız hala hapiste, siz annenizle hapis yatmışınız, ölümü göze alarak Meriç’ten geçmişiniz.
“Türkiye mağlup olursa üzülür müsünüz?”
 “Hem de çok,” diyorlar.
O an, anlıyorum ki yaşanılan hiçbir haksızlık, hiçbir zulüm insanın içindeki memleket sevgisini silemiyor.
Memleket filmindeki o sahne geliyor gözlerimin önüne.
Baraj suları altında kalmış bir köy…
Baraja bakan tepenin yamacında, sulardan kaçmış da güç bela kendini oraya atmış gibi yeşil boyalı tek katlı bir ev. Sular, o evi yutamamış; belki de geçmişin hatıraları onu korumuş.
Yaşlı bir adam ve karısı, tek torunları ile o evde yaşıyor.
Bir gün o eve üç genç geliyor.
 Evin yaşlı kadını, “Siz kimsiniz?” diyor.
“Almanya’dan geldik, Arifiye’nin oğullarıyız. Annem öldü de onu getirdik”.
 “Arifiye öldü mü?”
 “Öldü ya! Sizlere ömür.”
“Demek öldü, O benim ahiret kardeşimdi, beraber büyüdük onunla. Çocukluğumuzda suların altında kalan sokaklarda birlikte oynadık.”
“Annem de sizden çok bahsederdi.”
“Niye getirdiniz? Köyde toprak mı kaldı, hepsi sular altında.”
 “Anam, ‘illa beni köyüme götürün’ dedi.”
 “Köy mü kaldı?”
“Biz de öyle dedik ama anam, “Beni götürün de baraj sularının içine bırakıverin, ben babanızı bulurum,” dedi.’’
Ömrü Avrupa'da geçen insanlar, kendi memleketine gömülebilmek için bir ömür boyu cenaze şirketlerine her ay para ödüyor.
Toprak çekiyor insanları; ait oldukları yere dönebilmek için her yolu deniyorlar.
Muhacir ve misafir kızlardan biri, annesine benziyor.
 Hafif kemerli burnu, yüzüne ayrı bir güzellik veren diğer kızımıza soruyorum;
 “Sen kime benziyorsun?”
 “Babama” diyor.
Genç kadın çantasından telefonunu çıkarıyor ve bir fotoğraf gösteriyor.
“Bu bizim en son aile fotoğrafımı,z” diyor.
Kızların biri daha babasının kucağında. Babanın saçları simsiyah, düzgün bir fiziği var. Koyu renkli düzgün bir takım elbisenin içinde, bütün çizgileriyle Yusuf yüzlü bir erkek güzeli. O koyu renk elbise, o kadar güzel yakışmış ki yüzü, karanlık gecede koyu bulutların arasından gülümseyen bir ay gibi parlıyor.
Gençlik çağlarına doğru yürüyen kızlarımızın çocukluk ve körpe kızlık dönemleri babasız geçmiş. Bu onların yüreklerinde taze kanayan bir yara olduğu, hüzün pınarı gözlerinden taşan damlalardan anlaşılıyor.
 “Üzülmeyin,” diyorum, “Allah sizlere buralarda çok güzel günler gösterecek.
 Bir gün babanız da gelecek.
Aile fotoğrafınız tamamlanacak.
Şimdi içinizdeki bir ses, “Ne işimiz var buralarda?” diyordur.
Ama zamanla göreceksiniz, o sesler daha derinlere inecek, cılızlaşacak ve susacak. Sonra da “iyi ki gelmişiz”e dönüşecek.
“Belki de annenizin müstakbel öğrencileri, sizin kuracağınız arkadaşlıklar sizi buralara çekmiştir.
İnsanın ailesinin olduğu her yer vatanıdır.
Biz büyük bir aileyiz.
Yolu biz seçtiysek, yolun taşına, dikenine de katlanacağız.
İnsanız.
Gün geliyor mutluluktan dünyaya sığmıyoruz.
 Gün geliyor kederden dünya bir kabir halini alıyor.
Biz de tıpkı sizin gibi bir aile fotoğrafı içinde yer almayalı nice zaman oldu; özlem, kalbimizin derinliklerinde yankılanıyor.
Bu dünyada en kıymetli şey nedir, memleketimiz mi, çocukluğumuz mu, gençliğimiz mi?”
 Bir valizin içinde kaybettik onların kokusunu
Her doğum sancılıdır. Her yeni başlangıçlar zorluklarla başlar.
Biz yüklerimizi beraber taşımak için buralardayız.
Sizler daha çocuk yaşta, kimsenin cesaret edemediği yükleri yüklenmişsiniz.
Her karar bir parça koparıyor insandan.
 Ama ben sizin gözlerinizde geçmişte yaşadığınız karanlıklardan doğan bir güneş görüyorum.
Gözlerinde güneş taşıyan kızlar haline gelmişsiniz. Güneşin pek görünmediği bu kuzey ülkelerinde, sizin gözlerinizdeki o güneşe çok ihtiyaç var.
 Kim bilir…
Belki de buradaki insanların güneşe olan ihtiyaçları, sizi buralara çekti.
Hayat başlangıçların ve sonların arasında hallaç pamuğu gibi atıyor bizi.
Karar vermek en büyük yük. Karar beraberinde yükler getirir.
Bilmediklerimizle büyürüz, bilmediklerimiz besler bizi.
Özümüzdeki güzelliği çalmaya çalışıyorlar.
 Biz buna asla fırsat vermeyeceğiz; direneceğiz.
 Direneceğiz.
 Geçmişe saplanır kalırsak, hayatın bize sunacağı yeni hatıraları ve hikayeleri ıskalarız.
 Memleketinizi her özlediğinizde annenize sarılın. Çünkü annelerin kalbi memleket kokar. Bu, insanın en derin duygularının kaynağıdır. Ben bunu kendi annemden biliyorum; insan annesini kaybedince memleket kokuları da kayboluyor.”
 Gün battı, batıyor.
Anne, “Biz kalkalım artık,” diyor.
 Bize de uğurlu gelen bu misafirlerimizi eşimle birlikte aşağıya kadar uğurluyoruz.
Anne ve kızlar, bir meşale gibi yanan yüreklerini ellerine alarak gün batımına doğru yürüyorlar.
Sular, bulutlar, evler, pencereler tutuşmuş yanıyor.
Anne ve kızlarının arkalarından uzun uzun bakıyoruz.
Gözlerinde güneş taşıyan kızlar,güneşin bile ısıtmakta zorlandığı Kuzey diyarında, yüreklerinde yanan memleket sevdasıyla gün batımına doğru yürüyüp gidiyorlar…
Bir babanın hapishane duvarları ardında kalan nefesi, bir annenin, yüreğindeki yangını kızlarına umut ışığına çeviren direnişi…
Ve iki küçük yüreğin taşıdığı baba ve memleket hasreti…
Gün batıyor…
Anne ve kızları, Baltık Denizi’nin kıyısında, bal sarısı ışıkların arasında üç silüet gibi duruyorlar.
Ellerini gözlerine siper ederek  kızıl ufuklara bakıyorlar.
Yüreklerindeki yangınlardan tutuşan kızıl ufuklara…
Uzaklardan gelen gemileri gözlüyorlar.
09 Şubat 2025 11:20
DİĞER HABERLER