Samanyoluhaber.com yazarlarından Safvet Senih yeni köşe yazısını 'Armağan ayna - Nadas' başlığıyla okurları için kaleme aldı.
Mevlânâ Celâleddin Rumî diyor ki: “Yusuf-ı Mısrî’nin bir dostu seferden geldi. Hz. Yusuf ona, ‘Bana ne armağan getirdin?’ dedi. O kimse: ‘Sana getirmek için ne kadar ARMAĞAN aradıysam hiçbirini beğenmedim, lâyık görmedim. Sende olmayan ne var ki, senin ne ihtiyacın olabilir ki? Ancak, senin yüzünden daha güzel bir şey olmadığı için sana bir AYNA getirdim. Her zaman güzel yüzünü müşâhede eyleyesin.’ dedi. Allah’ta olmayan ne vardır ve onun neye ihtiyacı olabilir? Allah’ın önüne, onda Kendisini müşâhede edecek parlak bir gönül götürmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: ‘Allah, sizin suretlerinize ve amellerinize bakmaz. Ancak kalblerinize bakar.” (Buhari Müslim)
* * *
“Yapılma, yıkılma ile gerçekleşir. Topluluk dağınıklıkta, düzeltme kırılmada murat, muratsızlıktadır; varlık yoklukta. Herşey buna benzer… Öbür zıtlar ve eşler de hep bunlar gibidir.
“Birisi geldi, yeri bellemeye ve sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti. Dedi: ‘Bu yeri neden yakıyorsun? Neden yarıyorsun, dağıtıyorsun?!’ Adam ona dedi: ‘A ahmak, yürü git.. benimle uğraşma! Sen yapılmayı yıkılmada bil!’
“Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe, nasıl olur da, gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir? (Tarla sürülmeden, nadas edilmeden ekilir mi?)
“Düzeni alt üst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur, mahsul ve meyve yetiştirir?
“Yarayı neşter ile deşmedikçe iyileşip onulur mu hiç?
“Terzi önce kumaşı keser biçer, sonra onları toplar diker ve elbise yapar. Böyle iken, hiç kimse çıkıp d o sanatı bilen terziye; ‘Bu canım atlas kumaşı sen neden bu hale getirdin, neden kestin?’ der mi?
Her eski yapıyı yeniden yaparken, eskiyi yıkmazlar mı!
“Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapılabilir miydi? Bizim soframızı bezeyebilir miydi?”
* * *
“Bu dünyada biriyle dost oluyorsan, ahbaplık ediyorsun. O senin gözünde tıpkı Hz. Yusuf gibi oluyor. Buna rağmen çirkin bir hareketi ile hemen senin gözünden düşüyor. İşte o zaman onu kaybetmiş oluyorsun. Onun Yusuf gibi görmüş olduğun dostunu şimdi bir kurt haline geliyor ve sen Yusuf gibi görmüş olduğun dostunu şimdi bir KURT şeklinde görüyorsun. Yüz değişmemiş olmakla beraber, bu ârizî hareketle onu kaybettin. Sözün kısası; birbirini iyice görmek ve her insanda iğreti olarak bulunan iyi ve kötü sıfatlardan geçerek özüne varmak ve iyiden iyiye görmek lazımdır. İnsanların birbirlerine verdikleri bu vasıflar onların aslî vasıfları değildir. Bir hikaye anlatmışlardı: Bir adam: ‘Ben falan kimseyi iyi tanırım, onun bütün sıfatlarını size sayarım!’ dedi. Ona: ‘Buyur anlat!’ dediler. Adam: ‘O benim çobanımdı ve iki kara öküzü vardı’ dedi. İşte bunun gibi, halk da: ‘Falan dostu gördük, onu tanıyoruz’ derler. Gerçekten verdikleri her örnek, o adamın birisini iki siyah öküzü olmasıyla tarif etmesi hikayesine benzer. Halbuki bu, o kimsenin alâmeti olamaz ve bu alâmet hiçbir işe yaramaz. İşte bir insanın iyisini, kötüsünü bırakıp, onun şahsiyetinin aslına nüfuz etmek lâzımdır ki, bakalım, o kimsenin nasıl bir cevher ve özü vardır, anlaşılsın. İşte görmek ve bilmek böyle olur.” (Fîhi Mâ Fîh, s. 58-59)