ARTIK DİNLEN TURNA KUŞUM

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, bu haftaki köşe yazısını geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Sırrı Süreyya Önder'e ayırdı. Tokak'ın Önder için yazdığı yazı 'Artık Dinlen Turna Kuşum' başlığını taşıyor.
 


ARTIK DİNLEN TURNA KUŞUM
“Zulmettiğiniz insanların çocukları sabah akşam hepinize beddua ediyorlar. 
Öğretim üyesi sizden olmayabilir. Ne var bunda? Size çok karşı da olabilir. Siz bu ülkenin sahibi misiniz? Zillullah-ı fil alem misiniz? Kendinizi Allah’ın yeryüzündeki gölgesi mi sayıyorsunuz?  Nizam’ül - Mülk müsünüz? Nesiniz siz, milletin ekmeği ile bu kadar oynuyorsunuz?  Bir an için onların hepsini suçlu kabul etsek bile onların çoluk çocuklarının ne suçu var? Onları rızıksız, nâna muhtaç bir hâle nasıl getirirsiniz? Evinizde nasıl uyuyorsunuz? Çocuğunuza nasıl sarılıyorsunuz?”
 Meclis kürsüsünden zalim iktidarın suratına suratına söylenen bu sözlerin sahibi Sırrı Süreyya yok artık.
Güneşi görünce küçülen gölgelere gün doğdu.
Korkusuzdu.
Onurluydu.
Dik duruşluydu.
Sevimliydi.
Babayiğitti.
Mağrurdu, mahzundu.
Derin Anadolu'nun çığlığıydı.
Herkes sevdi onun sesini.
1971 muhtırasında Hocaefendi, hapishanede birlikte kaldığı solcu gençleri anlatırken; “Bir gün çok sevdikleri İbrahim ve Nedim adında iki kardeşin öldürüldüğü haberini aldılar” diyor, “Hepsi ağlamaya başladı. İçlerinde baygınlık geçirenler bile oldu. Bir ara koğuşa gelen gardiyanı: “Git başımızdan!" diyerek kovdular.
Gerilim gittikçe arttı.
Nedim’in sağ yakalandığı haberini alınca rahat bir nefes aldılar.
Birkaç gün sonra koğuşa getirildi Nedim.
Ayaklarının altını ustura ile yararak tuz basmışlar, topuk kemiğini çıkarmışlar ama yine de konuşturamamışlar.
Onun koridorda sekerek yürümesi, benim yüreğimi kanatıyordu. Ayağının altı lime lime idi, aylarca öyle topallayarak yürüdü. 
Dine uzak yaşantıları olmasına rağmen, bu gençlerdeki idealizme ve toplum için bir şeyler yapma çabasına hayran oldum.
 Nice vatanperver, mert, dürüst, öz be öz Anadolu çocuğu vardı ki, ‘Batı’nın emperyalizmini kabul etmiyoruz.’ diyorlardı. Ama buna karşı olarak yanlış bir tercihle komünizmi seçmişlerdi.
Onlarla bir kader birliğimiz oldu, çok candan dostlarımız oldu.
Öyle riyasız delikanlılar gördüm ki, kafalarına Allah’ı koydun mu her biri bir sahabe gibi olurdu. Dobra dobraydı hepsi!”
Sırrı Süreyya fakir bir ailenin çocuğu idi.
Daha sekiz yaşındayken babası ölünce annesi ve kardeşleriyle gözleri görmeyen yaşlı dedesinin evine sığınmışlardı.
 Ailesine ekmek götürmek için çocuk yaşta fotoğrafçıda çırak olarak çalışmış, düğünlerde fotoğraf çekmiş, orada burada mevsimlik işçi olarak çalışmıştı.
Babası sosyalistti.
 Anne tarafı Adıyaman’ın ilk nurcu ailesiydi.
Sırrı Süreyya babasından sosyalizmi öğrendi. Annesi tarafından Risale-i Nurlar’la nefeslendi.
 Böylece ortaya Sırrı Süreyya adında bir efsane çıktı.
Herkes onun gülen yüzünü,
Mizahlarını…
Şiirlerini…
Şarkılarını…
Şakalarını…
Hikmetini…
Merhametini…
Duruşunu….
Vicdanını çok sevdi.
Türünün son örneğiydi.
Süreyya yıldızı gibiydi.
Hep yiğit kaldı,
Hep Anadolu.
Hep davasını öne aldı.
Sevdasıydı ülkeye barışın gelmesi,
Bu topraklarda kanın durması.
Mütefekkirdi.
Yazardı.
Şairdi.
Senaristti.
Yönetmendi.
Sanatçıydı.
Siyasetçiydi.
Barış adamıydı.
Soylu bir duruşu vardı.
Hiç eğilmedi.
İnançlıydı.
Ömrü hapishanelerde, hastanelerde geçen bir yiğitti.
Ömrünü Kürt-Türk kardeşliğine adadı.
Kızı Ceren’e yaşanır bir ülke bırakmaktı muradı.
Onun için siyasete girdi.
Bir gün Meclis Başkanvekili olarak oturum yönetiyordu.
Doğulu bir milletvekili kürsüden Kürtçe selamlama yapınca salondan itirazlar yükseldi:
 “Anlaşılır bir dille konuş.”
Bu haksız itirazlara kükredi:
“Çok kalbimden gelen bir duyguyu paylaşmak istiyorum. Refik Halit Karay’ın ‘’Eskici’’ hikâyesini bilen bilir. İstanbul’dan Beyrut’taki halasının yanına göçmek zorunda kalan bir Türk çocuğu orada büyük bir izolasyon içinde yaşar. Etrafında Türkçe bilen kimse yoktur.
Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir ayakkabı tamircisini çağırır.
Tamirci çivileri ağzına alınca Hasan;
“Çiviler ağzına batmaz mı senin?” der.

“Türk çocuğu musun be?…”
“İstanbul’dan geldim!”
“Ben de o taraflardan… İzmit’ten! Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
Hasan anladığı kadar anlatır.
Fakat, sonunda bütün ayakkabılar tamir edilir, iş biter.
Hasan, yüreği burkularak sorar:
“Gidiyor musun?”
“Gidiyorum ya, işimi tükettim.”
Hasan sessizce, titreye titreye ağlamaya başlar.
“Ağlama be! Ağlama be!..”
Eskici başka söz bulamamıştır, o da ağlamaya başlar.

Bu hikâyeyi her dinlediğimde ağlayasım gelir. Onurum üzerine söylüyorum. Ben, boynumu vursanız bir insanın rüyasını gördüğü, ninnisini söylediği ana diline burada müdahale etmem, haya ederim.”
Bir ömür boyu yüreği yaralı bir güvercin gibi hep barış için çırpındı.
 Ama kimse onun kanadındaki kanı, yüreğindeki yarayı görmedi.
 Gülüşünün bile gölgelerinde alevler geziniyordu.
 Yüreği ise bir yanardağ gibiydi.
“Ben onca yıl hapis yattım, işkencelerden geçtim, çok bedel ödedim, artık ideallerimi biraz askıya alayımda çoluk çocuğumla ilgineyim” demedi.
 Acılar kamçıladı onu.
Gittikçe hızını artıran bir küheylan gibi oradan oraya koştu.
“Barış illa da barış” dedi.
Ülkemiz büyük bir barış adamını kaybetti.
 Bir başka bahara kaldı barış.
“Doktor, bazı insanlar yaşatmak için ölür, bazıları öldürmek için yaşar.” diyen adam yok artık.
Kürsülerden “Mazlumun ahı devirir şahı…” diye kükreyen adam yok.
Kızı Ceren, AKM’nin ölüm senfonisi çalan sahnesinde babasının tabutunun önünde duran resmine bakarak bütün Türkiye’ye haykırdı:
“Baba sana doyamadım.” derken tipiye tutulmuş bir servi gibi titriyordu:
“Ben, babalığına çok doydum. Şimdiye kadar verdiğin tek bana değil, oğluma ve onun çocuğuna bile yeter.

 Ama dostluğuna doyamadım. O dostluğa doyulur mu?”
Baba, hayatın bütün rengi gitti. Benim bildiğim hayat bitti.

Kendimi bildim bileli seni kaybetmekten korktum. Bu benim tek kâbusum, zaafım, burnumdaki sızı, yutağımdaki yumru, karın ağrımdı. Öyle iyi, öyle benzersizdin ki, ‘bu adam bana sadece ölerek acı çektirebilir.’ derdim.
Gece gece çaldığın kemanın, cümbüşün, udun sesi; bir çırpıda ezberden okuduğun şiirler, günde beş kere ve her birinde sanki yeni buluşmuşuz gibi bir heyecanla çıktığımız kahveler. Evlere sığamayışın. İyiliğe üşenmeyişin…”
Artık dinlen turna kuşum…”
Zeliha Ana cami avlusunda sarıldı oğlunun tabutuna.
“Bana küstün mü oğul? Ananı neden bırakıp gittin oğul!”
Yaralı kuşlar gibi göklere yükseldi çığlıklar.
Sırrı Süreyya anasını duydu.
“Anacığım sen bilmez misin, yiğidin anasının derdi de yüreği de büyük olur.” dedi,
“Hatırlıyor musun, anacığım?
Biz yoksul bir aileydik.
Soframızda her zaman tek yemek yenirdi.
Kuru fasulyenin yanında pilav olmazdı. Pilav olursa kuru fasulye pişmezdi. 
Sonra sen, büyük şehirlere yolladın beni anacığım.
Günde üç öğün yemeğin yenilebileceğini Siyasal’ın kantininde gördüm ben. Sana mektup yazmıştım: Anne burada self serviste üç çeşit yemek veriyorlar. Bir de tatlı. Musluklardan sıcak su akıyor.
Büyük şehirlere gittik ama bizi, birbirimize düşürdüler; kardeşi kardeşe vurdurdular.
Dövüşmek istemedik ama bizi dövüştürdüler. Binlerce vatan evladı yok yere öldü. Kim, niçin ölüyordu? Neden öldürüyordu, hiç bilmiyorduk.
Koskoca Anadolu'ya sığmayan bizler, daracık hücrelere sığdık. Dışarıda birbirimizi öldüren, yaralayan bizler, içerde birbirimizin yaralarını sardık.
Bizi tek tip elbise giymeye zorladılar.
Direndik.
Devletin vahşi yüzü bütün öfkesiyle hortladı.
 Bugün taktıkları gibi o gün de kılık kıyafete taktılar.
 Açlık grevine başladık. 
Bir gün çırılçıplak soydular. İç avluya hepimizi çıkardılar. Yerde yarım metre kar vardı.  Hava çok soğuktu.
Köpekleri üzerimize saldılar. 
O köpeklere her gün ciğer haşlaması veriyorlardı. Bize de mazot gibi bulgur çorbası.
 Yüzlerce asker, köpekler eşliğinde kırmadık yerimizi bırakmadılar.
 İki arkadaşımız işkenceden öldü.
Çoklarımızda kalıcı arızalar oluştu.
Ah anacığım, ah!”
Analara küsülür mü?
Ben “Hapishaneler de memlekettendir.” diye beni zindanlara atanlara, işkence yapanlara bile küsmedim.’’
Daha sekiz yaşındayken babası ölünce annesi ve kardeşleriyle gözleri görmeyen yaşlı dedesinin evine sığınan, ailesine ekmek götürmek için çocuk yaşta fotoğrafçıda çırak olarak çalışan, düğünlerde fotoğraf çeken, orada burada mevsimlik işçi olarak çalışan çocuk yok artık.
Daha üniversite öğrencisi iken Mamak hapishanesinde devletin vahşi yüzüyle karşılaşan, Gezi olaylarında kepçenin önüne yatan, Dolmabahçe barış görüşmelerine katılan, Diyarbakır meydanında yüzbinlere barış mektubunu okuyan efsane adam yok artık.
Zülfü Livaneli ile Fuzuli, Nizami Divanı okuyacak kadar doğu edebiyatına aşina olan, Arif Sağ’larla, Cengiz Özkan’larla tambur eşliğinde türkü söyleyen ozan yok artık.
Bir ömür boyu koştuğu barış maratonunun son çeyreğinde kalbi durdu.
Şimdi, “Gitti gelmez bahar yeli… Şarkılar yarıda kaldı.”
 “Artık şimdi dinlen, turna kuşum.”
 Makamın Firdevs olsun.








11 Mayıs 2025 11:53
DİĞER HABERLER