Samanyoluhaber.com yazarlarından Numan Yılmaz Yiğit, Türkiye'nin yıllardır yaşadığı önemli bir problemi 'Asgari müştereklerde birleşemeyince...' başlıklı köşe yazısında kaleme aldı.
Türkiye ‘de 15 Temmuz sonrası yaşanan olayları ne akıl ne mantık ne hukuk ne de realitelerle izah etmek mümkün değildir. Hizmet hareketi ve KHK’lılarla başlatılan ve neredeyse ‘Soykırım ‘a dönüşen baskı ve zulüm, git gide toplumun farklı kesimlerine de sıçradı.
Anlaşıldığı kadarıyla birileri arka planda iyi çalışıyor. Yakın zamana kadar hedef Hizmet Hareketi ve KHK’lılar iken daha sonra Alparslan Kuytul ve cemaati, sonra Süleyman Efendinin talebelerinden AKP’ye muhalif olan kesim şimdi de CHP hedefte. CHP bir taraftan iç ihtilaflara sürüklenmekle diğer taraftan da sahip olduğu belediyelerdeki yolsuzluklar bahanesiyle apaçık bir saldırı, sindirme hareketiyle karşı karşıya bulunmaktadır.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, 15 Temmuz darbe senaryosu bahanesiyle, hukuksuz bir ortam oluşturularak yüzbinlerce yetişmiş insan, KHK’larla işlerinden edildi. Kimisi tutuklandı, yargılandı -ona da yargılama denirse-hapse atıldı, sorgulama esnasında pek çoğuna işkence yapıldı. İş adamlarının mallarına çöküldü. Binlerce insan evinden işinden yurdundan yuvasından edildi, aile düzeni bozuldu. Bunun hukuk olmadığını cümle alem biliyor. Bunun adı apaçık ‘Zulüm ve zorbalık’tı. Hatta ‘Soykırım’a dönüştürülmüş bir zulümdü. Yaklaşık olarak sekiz dokuz yıldır hedefte sadece Hizmet Hareketi ve KHK’lılar var ve çekmedikleri zulüm kalmadı. Herkes bunun sınırlı, Hizmet Hareketi ile AKP arasında cereyan eden bir öç alma mücadelesi olduğunu düşünüyordu. Şimdilerde bunun öyle olmadığı daha net anlaşılmaya başlandı. AKP’ye bu projeyi uygulatan derin güçler öncelikle sivil, sosyal bir yapı olan Hizmet Hareketini tasfiye ile işe başladılar. Çünkü kendilerince en önemli güç Hizmet Hareketi idi.
Halbuki gerek Hizmet Hareketi gerekse hizmet insanı -herkesin de takdir ettiği gibi- ülke ve insanı için Allah rızasını kazanma adına hizmet etmekten başka bir hedefi olmayan, gönüllülerden oluşan bir sivil toplum hareketi idi. AKP ve ortaklarının hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet ve mafyavari örgüt yapısının ifşa edilmesinden dolayı birinci dereceden sorumlu tuttukları KHK’lıları ‘Paralel Yapı ‘olarak ilan ederek şeytanlaştırma planını ortaya koyduklarında bir kısım dini ve sosyal çevreler AKP’nin yanında yer aldılar. Maalesef siyaset, sanat, medya, akademik ve spor çevreleri, demokrasiye, vatana sahip çıkma, darbeye karşı olma adına, dini kurumlar, cemaat ve tarikatlar da ‘hilafet, şeriat gelecek, ulu’l emre itaat farz ‘argümanları ile ‘15 Temmuz ruhu’ deyip ya AKP’ye doğrudan destek oldular ya da yaptığı haksızlık ve zulümlere ses çıkarmadılar. Fakat ne oldu?
Rahmetli Sırrı Süreyya Önder’in elma çalmak için bir bahçeye giren Ermeni, Kürt ,Türk ‘ün dayak yedikten sonra ‘Ermeni’yi dövdürmeyecektik’ dedikleri hikayesi gerçek oldu. 15 Temmuz sözde darbesinden bu yana ana konu ‘Paralel yapı, F…. vs.’ iken zulüm haksızlık ve hukuksuzluk dalga dalga toplumun farklı kesimlerine de yayılmaya başladı. İlk olarak bundan nasibini alan iş ve sanat dünyası oldu. Bu arada iş dünyası Mustafa Koç’u sürpriz bir şekilde kaybetti. Gezi olayları dosyası yeniden açıldı ve Osman Kavala, Can Atalay, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku gibi aydın yazar, sanat ve iş camiasından insanlar tutuklanarak cezaevlerine konuldu. Böylelikle siyasi olarak AKP’ye karşıtlıkları bilinen iş ve sanat camiasına gözdağı verilerek, sindirilmeye çalışıldı. AKP’nin politikalarına destek vermeyen veya açıklamaları ile zarar verdiğini düşündükleri iş ve sanat çevrelerine mesela TÜSİAD’a baskılar yapıldı. Mevcut siyasi iktidara biat etmeyen Alparslan Kuytul ve cemaati ağır baskılara maruz kaldılar. Alparslan Hocaefendi tutuklandı hücrede kaldı. Cemaatinin programları, gösterileri iptal edildi.
Süleyman Efendi’nin AKP muhalifi kanadı ciddi tehditler altında, halen de hedefteler. Zaten Kürt hareketi yıllardır devletle çatışma halinde. Alevi camiası tedirginlik ve korku içerisinde adeta sıranın kendilerine ne zaman geleceğini beklemekteler. Bunlar toplumu sindirmek korkutmak için yapılan zulüm ve baskılardan bazıları.
Bu dönemde siyaset ve politik olarak da pek çok sindirme, susturma, bölme parçalama, ilhak etme gibi ameliyelere şahit olduk. Erdoğan’a ve AKP’ye rakip olabilecek ne kadar alternatif kişi veya kurum varsa hemen hemen hepsi etkisiz hale getirildi. Muhsin Yazıcıoğlu şehit edildi, partisi BBP, AKP’nin kulu kölesi haline geldi. Bir zamanların Numan Kurtulmuş’u adeta kediye dönüştü partisi lağvedildi. Bir zamanların ateşli siyasetçisi eski DP başkanı Süleyman Soylu şimdilerde hızlı bir AKP li.
İyi Parti’den alın da şimdilerde adını unuttuğumuz nice siyasetçi ve partisi, etkisiz sadece adı anılır bir vaziyete düştü. Siyasette buna ‘Siyaset Mühendisliği’ denilmekte ve artık normal karşılanmaktadır. Fakat aslında bu millete yapılmış dolaylı bir zulüm ve haksızlıktır. Şimdilerde ise en güçlü siyasi rakip olarak görülen CHP var, AKP ve işbirlikçilerinin hedefinde.
CHP hem kurultay dolayısıyla iç meselelerle hem de CHP’li belediyelerdeki yolsuzluklardan ötürü orantısız bir yargılamayla meşgul bir durumda. Yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlığı kim yaparsa yapsın az ya da çok tasvip edilemez. Fakat yolsuzluk ve hırsızlığın adeta kitabını yazmış tabiri caizse deveyi hamuduyla yutmuş AKP’nin 17/25 Aralık dosyalarını unutmuş gibi birden namuslu şerefli vatansever rolüne bürünmesi ne kadar büyük bir ironidir. Herhâlde onlar halkın bunları artık unuttuğunu zannediyorlar. Aslında ana muhalefet partisi olarak pek çok önemli belediyeleri alan CHP, AKP’nin yolsuzluk ve hırsızlıklarını sürekli, devamlı, bıkmadan usanmadan -AKP’nin kendi yalanlarını doğru gibi sürekli anlattığı gibi- kamuoyuna anlatıp adli takipleri yapmaları gerekirken, maalesef iktidarın uydurduğu ‘Söz konusu vatansa gerisi teferruattır’ teranesinin arkasına takıldı, sonrasında da adliye emniyet ve askeriyedeki gerçek vatansever bürokratların ‘F…’denilerek KHK larla tasfiyesine bir şey demedi, diyemedi.
Bunu katiyen ‘Oh olsun ‘manasında söylemiyorum. Bari şimdilerde hiç olmazsa hala AKP’nin söylemlerine sahip çıkarak kendini gülünç duruma düşürmese! Fakat aslında şunu ifade etmek istiyorum; AKP’nin zulüm ve haksızlıkları yavaş yavaş kendine muhalif herkesi içine alacak şekilde yaygınlaşmakta, toplumu etkisi altına almaktadır. Yani demem o ki, ister sağcı ister solcu isterse de sosyal demokrat olsun demokratik hayatın olmazsa olmazı olan siyasi partiler de AKP rejiminin alternatifi oldukları sürece onlar da er ya da geç bu baskı ve zulüm çemberine dahil olacaklardır. Bunda hiç şüphe yok.
Ya halk? Halk da direkt veya dolaylı olarak netice de en çok zulme, haksızlığa maruz kalan büyük kitle olarak çaresizlik içerisindedirler. Türkiye nüfusunun neredeyse yüzde yetmiş sekseni ya Kürt ya alevi ,ya siyasi, düşünce suçlusu, ya siyasi muhalif ya Hizmet Hareketi mensubu ya AKP muhalifi Süleyman Efendinin talebesi vs. olmaktan, ya adli soruşturmada ya tutuklu ya mahkemesi var ya hapisten çıkmış damgalı bir halde insanlarda ne huzur kalmış ne de güven, herkes bu zulüm ve hukuksuzluktan nasibini almış devlete küs ve dargın. Neredeyse memleketin tamamı adli vaka haline geldi. Diğer taraftan AKP’nin sebebiyet verdiği bütün bu olumsuzlukların bir neticesi olarak ekonomi altüst olmuş, mutlu AKP’li azınlık dışında halk fakirlik ve geçim derdiyle ne yapacağını bilemez bir vaziyettedir. Netice de halk da hem sosyal hem de ekonomik mana da bir zulüm ve baskı altındadır. Dün zulüm, baskı ve hukuksuzluk sadece bir grubun -Hizmet Hareketi’nin- problemi olarak görülüyorken, artık bugün her kesimiyle bütün milletin problemi haline gelmiştir. Aslında maksadım siyasi bir yazı yazmak değildir. Maksadım din ve dini değerlerden kopuşumuzun bizi ve toplumu hangi felaketlere sürüklediğini müşahhas olarak ifade etmeye çalışmak, dolayısıyla da asıl çözümün özümüzü oluşturan değerlere sahip çıkmamamızda olduğuna vurgu yapmaktır.
Bu yaşananlar bize Efendimiz (as)ın birkaç hadisini hatırlatıyor. Bu hadislerin eşya ve hadiselerin tabiatını anlatması bakımından da oldukça önemli dersler içerdiği görülmektedir.
Bunlardan birincisi; Hz Enes’in (ra) rivayet ettiği Efendimiz (as)ın ‘Din kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et!’ buyurmasıdır. Sahabe, bu söz karşısında şaşkınlığını gizleyemez ve hemen sorar, “Ya Resûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?” der. Peygamber Efendimiz (as): Kardeşin zalimse onun zulmüne engel olursun, bu da ona (günaha girmesine engel olduğun için ahiret hayatı adına) yardımcı olman demektir. ( Buhârî, Mezâlim 4)
Bu hadise göre demek ki bir Müslüman da ‘Zalim ‘olabilir, zalimlik özelliği sergileyebilir. Bu müminde bir kafir sıfatıdır. Bu onu diğer müminlere göre güvensiz kılar. Zira alenen ‘Büyük günah’lardan olan ‘Zulüm’ günahını işlemektedir. Diğer büyük günahları (yalan, iftira, mala mülke ve namusa tecavüz vs.) saymıyorum. Ne hilafet hedefi ne de devletin kutsallığı -ki devlet kutsal değildir- bu günahları helal kılmaz. AKP rejimi bir grup üzerinde bu açık günahları işlerken, diğer Müslümanlara düşen vazife, onun zulmüne engel olmak(tı)tır, dolayısıyla da onun kul hakkı günahına girmek suretiyle ahiretini mahvetmesine izin vermemek(ti)tir. Dolayısıyla da ona yardımcı olmak(tı)tır. Şimdi burada şunu sormak gerekmektedir; bu hadisin hükmüne göre, Türkiye’de bunca okumuş alim, faziletli, hoca, şeyh, kanaat önderi, ilahiyatçı akademisyen, vaiz, müftü, imam, müezzin, Diyanet, tarikat, cemaat, dini dernek, vakıf varken, ‘Nasıl olsa bu zulme uğrayan kişi/ler bizim camiadan değil, bize ne? Bizi ilgilendirmez’ diyerek kenara çekilebilirler mi? Çoğunluğu Müslüman olan halk, İslami gerekçelerle oy vererek destekledikleri bu partiye demokratik bir hak olarak, oy vermemekle bir ders bir uyarı vererek zulümlerine mani olamazlar mıydı? Olmadılar. İşte o zaman bela ve musibet toplumda yaygınlaşmasının önünde bir engel kalmamış olacaktır.
İkinci bir hadis-i Şerif de; Ebu Bekir (ra)ın Müslümanların bir ayeti yanlış yorumladıklarına işaret eden bir sözü ile başlayan hadisdir. O hadiste, Ebû Bekir es-Sıddîk (ra), “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar vermez.” (Maide, 5/105) ayetini okuyarak; "Siz bu âyeti gayesinin dışına taşırıyor ve yanlış yorumluyorsunuz. Ben Resûlllah (asm)'ın “İnsanlar bir kötülüğü görüp de onu engellemezlerse, Allah'ın onlara genel bir azap göndermesi yakındır.” buyurduğunu duydum." (Tirmizî, tefsir, 6; Ebû Dâvûd, Melahım, 27; İbn Mâce, Fiten, 17) buyurmaktadır.Yani hadis mealen ‘Bir toplumda bir münker (Allah’ın hoş görmediği içki, kumar, zina, uyuşturucu, yalan, iftira, hırsızlık, rüşvet, adam öldürme vs.) var da, fakat aklı başındaki kişi veya görevli kurumlar buna müdahale etmiyor, engel olmuyorlarsa, bu pis işlerin yaygınlaşarak toplumun tamamını esir alması kaçınılmaz olacaktır’ demektedir. O halde bir mümin gerek inancı gerekse de sorumluluk bilinci gereği ‘Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ diyebilir mi? Diyemez, dememeli.
Zira dediği takdirde -üzerinde durduğumuz konu gereği- o zulüm, baskı zamanla yavaş yavaş direkt veya dolaylı olarak tüm toplumu saracak ve etkisi altına alacaktır, almıştır da.. Ayeti yanlış yorumlayarak ‘Ben iyi ve doğru yolda olduktan sonra başkalarının yaptığı yanlış beni ilgilendirmez’ de diyemez. Çünkü yukarı da da ifade edildiği gibi, zulüm bir günahtır. Günahların en önemli özelliği de kişi veya toplumda maddi manevi tahribat/yıkım oluşturmasıdır. Zulmün sosyal hayatta kişisel ve toplumsal bir yıkıma sebebiyet verdiğinde şüphe yoktur. Tahrip kolay, tamir ise zordur. Onun içindir ki bir evi yapmak uzun bir süre gerektirirken yıkmak birkaç dakikalık bir iştir.
Bu iki hadis aslında toplumdaki zulüm, baskı ve haksızlık hukuksuzluk gibi sosyal problemler için tam da bir koruyucu hekimlik vazifesi görüyorken/görebilecekken görmemesinin suçlusu hadis değil, reçetesi, ilacı elinde olduğu halde, hastanın bunu kullanmaması gibi bu abesiyete sebep veren gafil Müslüman ve halktır.
Aslında çözüm bellidir. Toplumu birbirine katarak düşmanlaştıran ve bu esnada da hükmünü yürüten kimse ona/onlara karşı bir ve beraber olarak asgari müştereklerde bir araya gelmek, insan olduğumuzu, aynı Allah’ın kulları aynı geminin yolcuları olduğumuzu hatırdan çıkarmayarak bu ülke ve insanına şahsi hırslarından dolayı kötülük eden bu azgın gruha karşı uyanık olmak gerekmektedir. Yoksa aslında birbirleri ile teferruat denilebilecek konularda farklı düşünen fakat sivil hayattaki farklı manipülasyonlardan dolayı birbirinden uzak kalan aynı vatanın evlatları sosyal hayatta kaynaşıp tanışamazlarsa herhâlde -Allah korusun bu gidişle hapishanelerde tanışacaklar gibi gözüküyor. Hani Hocaefendi bir hatıratında anlatıyor ya; Hocaefendi 12 Mart 1971 muhtırasında tutuklandığı zaman, Süleyman Efendinin talebelerinden Harun Reşit Hoca ile bol bol sohbet etme imkanı buluyor. Halbuki sivil hayatta karşılaşmamışlar bile. Aralarında çok güzel bir kardeşlik havası oluşuyor. Hocaefendi bunu anlatırken; “Harun Reşid Hocaefendi, neşeli bir insandı. Bilhassa İnzibat Merkezinde olduğumuz günler kendisiyle bol bol sohbet ederdik. Bir sözünü hiç unutamam: 'Asgari müştereklerde birleşemedik, Allah da bizi askeri müştereklerde birleştirdi..' derdi.” diyor. (https://fgulen.com/tr/hayati-tr/hayatindan-kesitler/tutukluluk-donemi)
Evet, bu millet ya asgari müşterekler de birleşecek ya da -Allah korusun -hapishanelere doluşacak orada birbirleriyle tanışmak/anlaşmak zorunda kalacaklar.. Dileriz zulüm baskı ve haksızlıklar gayretullaha dokunup sünnetullah devreye girmeden, başta AKP ve milletin kaderine hakim olanlar akıllarını başlarına alıp hukuk, insan hakları, demokrasi, inanç ve fikir özgürlüğü mecrasına bir an önce dönerler