Hatırlanacağı üzere Alman Başbakanı Bayan Merkel, geçen sene açıkça "çokkültürlülüğün tümüyle başarısız olduğunu" ilan etmişti.
Yine eski bir bankacı olan Thilo Sarrazin ise çokkültürlülüğe, yani Almanya'daki göçmenlere ve elbette en başta Türkiyeli göçmenlere karşı savaş başlatmıştı. Diğer Avrupa ülkelerinde de (Fransa, Hollanda, Belçika, İngiltere, Danimarka vs.) durum Almanya'dan farklı değil. Fark mahiyette değil, derecede ortaya çıkıyor. Tepki giderek nefrete dönüşüyor, nefret göçmenlerin tutum ve davranışlarına değil, varlıklarına ve hatta dinlerine yönelik hale geliyor. Mesela Hollanda Özgürlük Partisi lideri Geert Wilders "Benim derdim Müslümanlarla değil İslam'la. Kur'an'ı, Hitler'in Kavgam kitabı gibi yasaklamak gerekir." diyor. Wilders'e göre "Avrupa'nın en büyük sorunu, onlarca yıldan beri kültürel görelilik. Avrupalılar neyle gurur duymaları gerektiğini ve aslında kim olduklarını bilmiyorlar. Liberaller ve solcular kültürlerin aynı olduğunu savunuyorlar. İslam özgürlüğümüzü tehdit ediyor. Hıristiyanlık, Yahudilik ve hümanizmin geleneklerini İslami geleneklerle karıştıranların farkı görmek için Einstein olmasına gerek yok." (Yeni Şafak, 12 Kasım 2010)
Avrupa'nın Müslüman göçmenler üzerinden Türkiye, İslam dünyası ve İslam'la hayli sorunlu ilişkiler içine girmiş bulunmasının anlaşılır sebepleri var. Halen ciddi olarak etkisi süren "medeniyetler çatışması" doktrini, "İslami terör" üzerinden Batı'nın İslam topraklarında sürdürdüğü askerî işgaller ve İslam dünyasının kendi tabii ve enerji kaynaklarına sahip çıkma arzusunun bastırılması gibi sebepler yanında, asıl Avrupa, İslam üzerinden kendi kimliğini tanımlamakta, inşa etmek istemektedir.
Avrupa'nın tarih boyunca bir "öteki"ye ihtiyacı olmuştur; bugün de aynı ihtiyacı hissetmektedir. Fakat Avrupa, kendi kültürel kimliğini inşa etmeye çalışırken, sadece İslam'ın alternatif kavramsal çerçevesinden ve Müslümanların sunduğu tezlerden yana zorluklar çekmiyor; askerî, stratejik, diplomatik ve ekonomik müttefiki ve koruyucusu olan Amerika'dan da kaynaklanan zorluklar yaşıyor.
Entelektüel kaynakları giderek zayıflamakta olan Avrupa, çokkültürlülükten vazgeçerken, bunun yerine ikame edebileceği muasır bir model bulamıyor. Tarihinde bildiği yegane model, Batı-dışı toplumlara empoze ettiği modernizasyon politikalarıdır. Bunlar da, zecri değişimleri ve asimilasyonları öngörmektedirler. Oysa bugün Avrupa hem içinde barınmakta olan 20 milyon Müslüman'la nasıl bir arada yaşayabileceğini kestiremiyor hem de Amerika tarafından bir silindir gibi her şeyi piyasa şartlarında ezip geçen karnaval modeline karşı direnemiyor. Avrupa, Müslüman göçmenleri asimile edemedi; Amerikan kültürü Avrupalı gençleri cezp etmekte; sinemasından eğlence hayatına kadar kültürü vülgarize etmektedir.
Avrupa'nın klasik dönemlerdeki asimilasyoncu modeli askerî ve politik gücün dönüştürücü ve taşıyıcı rolüne dayalıydı; Amerika'nın modeli ise küresel piyasaları kontrol ederek ekonomi ve kültürel algıların gücüne ve dönüştürücü fonksiyonlarına dayanmaktadır. Amerika sadece İslam dünyası üzerinde hegemonya kurmakla yetinmiyor, Avrupa'nın, Çin'in ve Hindistan'ın da tarihî kültürel kodlarını da parçalıyor, beşeri dokuyu tahrip ediyor.
Amerika'nın etkisinde şekillenecek dünya, tümüyle piyasanın taleplerine ve öngörülerine göre oluşacak karnaval modelidir. Bütün kültürler, gelenekler, dinler, âdetler bir parça bu karnavalda yer alacaklar, ama hiçbiri kendi asli varlığını koruyamayacak; içi boşalacak, tüketim ve gösteri malzemesi olacak, ruhsuz bir folklorik öge ve giysi olarak karnavalın malzemesi olarak kullanılacaklardır.
Burada Avrupa'nın küresel düzeydeki söz konusu modele karşı kendini korumak üzere iç dünyasına çekilirken, İslam'ı ve Müslümanları ötekileştirip şeytanlaştırması onu gerçeklik dünyasından daha çok koparmakta, nevrotik tutumunu artırmaktadır. Avrupa'nın çokkültürlülükten vazgeçip İslamofobi tuzağına düşmesinin zararı en çok Avrupa'ya dokunacaktır.