''Hakimin biri baktık habire tahliye veriyor. “Avukat bey hayırdır ne oldu bu hakime diye.” sorduğumuzda. “Yüksek yargıç olarak atayacaklardı, yapmamışlar hâkim kızdı, tahliye dağıtıyor.” cevabını aldık. İçeride o kadar dosyalar, iddianameler gördük ki adalet hukuk dendi mi inanın ciddiye alamıyoruz.''
ALİ TURNA / samanyoluhaber.com
CEZAEVİ GÜNLÜKLERİ-1
*Aşağıda okuyacağınız satırların yazarı Türkiye'deki cadı avının kurbanlarından ismi bizde saklı bir esnaf. İçeride aldığı notları çıkınca kaleme aldı ve bu notların her gün bir bölümünü Samanyoluhaber.com'da yayımlayacağız.
ADALET NEDİR?
Adalet denen kavramın ucu çok açık bunu öğrendim.
Önce şu sorulara cevap bulmak lazım:
Kimin için adalet?
Kime göre adalet?
Hangi zihniyete göre adalet?
Adaleti kim sağlayacak?
Hangi bağımsız kurum adaleti sağlayacak?
Adalet gerekli mi?
Adalet olmasa da olur mu?
Adalet değişken midir?
Şahıslara, zamana, kuruma göre adalet değişir mi?
Kimden yanasınız?
Damat mısınız?
Ankara’dan tanıdığınız var mı?
Kaç gr adalet istersiniz, ortaya karışık mı olsun?
Paket yapalım, hapisten sonra bir ara açar mısınız?
Adaleti alıp da ne yapacaksın?
Aç karna 1 kaşık alsan yeterli olur mu? Gibi...
Gerçekten şu ara adalet sadece bende gülme dürtümü tetikliyor. Biraz komedi, biraz dram ama sonu hüzün olan bir kavram. Adalet için tarafsız, empati kurabilen, bağımsız hür bir vicdan, mangal gibi de yürek lazım.
Vicdansız, bağımlı, cüzdanı ile vicdanı arasında gel gitler yaşayan, servisini kaçırmamak için mahkemeyi öteleyen bir hâkimle adalet dağıtılabilir mi? Benimkisi sadece bir soru. Koca koca adalet sarayları yapabilirsiniz, TV programlarında yandaş hukukçulara, profesörlere hukuk tartışmaları da yaptırabilirsiniz. Ama kendi hakimlerinize kendi fikirlerinizi empoze edip onları makam, mevki ile mükafatlandırırsanız o adalet yalnızca toplumu kendi yoluna empoze eden bir sopa olur ve bir gün o sopa sizi
de döver. Ya insanların vicdanındaki adalete ne demeli?
O hepten basın yalanlarıyla yalan olmuş.
Hâkimin biri baktık habire tahliye veriyor. “Avukat bey hayırdır ne oldu bu hâkime diye.” sorduğumuzda. “Yüksek yargıç olarak atayacaklardı, yapmamışlar hâkim kızdı, tahliye dağıtıyor.” cevabını aldık.
İçeride o kadar dosyalar, iddianameler gördük ki adalet hukuk dendi mi inanın ciddiye alamıyoruz.
TC no’su bile tutmayan tutuklular. Yanlış alınan insanlar. Sıfır saniye ankesör aramasından dolayı yatanlar. Şaka değil sıfır saniye, yani biri çaldırıp kapatmış yıllar önce. Sırf bu yüzden adam yatıyor hapiste.
Hâkimin söylemi: “Bütün deliller üye olarak gösterse de ben senin örgüt kurucusu olduğuna inanıyorum. 11 yıl 3 ay hapsine...” şaka değil yahu inanın koğuştaki bir arkadaşın başından geçen hadise aynen böyle oldu. Delil safsataları var ama ortada suç yok. Örgüt lideri bankaya para yatırın dedi diye bankaya para yatırdın diyor savcı. Yahu Allah rızası için Abdullah Öcalan dese ki beni seven 1. köprüden geçsin, şimdi bütün 1. köprüden geçenleri örgüt üyesi diye tutuklayacak mısınız?
Adalet dağıtımının ya gizli ekranları var ya da hava durumuna göre dağıtılıyor. Anayasa diyor ki MİT raporu istihbari bilgidir, delil olamaz ama MİT’ten gelen bilgiler ışığında binlerce insan hapiste. Savunmanızda olur da anayasadan, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden örnekler vererek güzel bir savunma yaparsanız, hüküm alıp tutukluğun devamının olacağını garanti verebilirim.
Adalet hakkında çok konuşmanın anlamı yok, şu tek cümle aslında özetliyor:
“Kuzudan hukuk profesörü olursa adaleti siz düşünün.”
Adalet adil olmaktır. Adil olmak için yani iki tarafın hakkını gözetmek için de tarafsız olmak gerekir. Tarafların ispatı suçlayanın delili gerekir. Bunlardan hangisi bizim süreçte var diye soruyorsanız hiç biri yok. Bu sisteme şahit olunca diyebileceğim tek şey bu ülkede bir gün herkes terörist damgası yiyecektir. Öyle bir hukuk sistemi var ki bir adam var yapmadığı suç kalmamış; adam öldürme var, dolandırıcılık var, adam yaralama gasp var, bir bina ve arsayı sahte evraklarla başkalarına satmış ama ikinci mahkemede tahliye oldu. Bir de bize bakın, trafik cezamız bile yok ve hepimiz üniversite mezunu, işinde gücünde
insanlarız ama terörist olarak yıllarca tutuklu kalıyoruz.
Adalet var mı?
Var ama eskimesin diye kullanmıyoruz.
NASIL BAŞLASAM?
Nasıl başlasam?
Nasıl yazsam? Yazmalı mıyım? Nerede yazabilirim?
Yazsam başıma iş açar mıyım? Yazsam hangi yayınevi cesaret edip basar ki?
Sonunu getirebilir miyim? Gibi deli sorular… Çok kere yazmaya başlıyorum sonra yırtıp atıyorum. Çünkü kelimelerim yaşadıklarımızın yanında çok basit kalıyordu. Bu kadar basite indirgemek istemiyordum. Ama şahit olduklarım yenilir yutulur, ne olmuş ki denecek şeyler değildi ve yazmazsam bu yapılanlara ortak olacakmışım hissi uyandı bende. Sanki yazmazsam, anlatmazsam haksızlık karşısında susan taraf olacakmış mahcubiyeti vardı ve bu yüzden dilim döndüğünce yazmalıydım. Yazmak için yalnız olmam gerekiyordu ama ne mümkün. Tuvalet harici yalnız kalamıyoruz.
Yazılmalıydı. Tarihe not düşülmeliydi. Hep aklımdaydı, yaşadıklarımı ve buradaki hayatları yazıya dökeyim dedim, hep erteledim. Sonra boş vermeler başladı ama artık burada yaşadıklarımız ve görüşmelerde ailelerimizin verdiği tepkileri anlatılan hikayeler, gözümüzle şahit olduğumuz hüzünler, yıkımlar beni yazmaya itti. Hep bir umut içindeydik. Bunlardan suç mu olur, bu ne saçmalık?
Hâkim görecektir diye başladık.
İlk mahkeme bitti dedik bir sonrakinde bırakırlar dedik, sonra bir sonraki kesin olmadı, hâkim uzun tutukluluktan bırakacak galiba derken bir yıl geçip gidiyordu.
Sonra hâkimden ümidi kestik ve hiç bitmeyen af haberleri de artık heyecan vermemeye başladı. Eylül olmadı ekim, belki kasımda çıkar derken ne af haberleri bitti ne de tasarı haberleri. Yalan olduğunu da bilsek yalanı bile hoş geliyordu çıkışa ait her haber.
Gazete kupürleri kesildi, af arşivi bile yaptık. Televizyonda biri 'afedersin' dese hep beraber TV’ye bakıp acaba af haberi mi diye kulak kesilir sonra gülerdik.
İki yıl yatanlar, 3. yıla merdiven dayayanlar, iki yıldır iddianamesi bile gelmeyenler vardı. Koğuşta umutlar iyice tükenmişti. Ne sayabileceğimiz sayılı günlerimiz vardı ne de suçumuzu biliyorduk.
Aileler ilk etapta bir umut kaynağımızdı. ''Allah görüyor, az kaldı, biz iyiyiz yeter ki sen iyi ol, avukat çıkar dedi'' gibi cümlelerin yerine ''yorulduk artık, çıkmayacak mısın, çocuklara bile zor bakıyorum'' gibi bıkkınlık, yorgunluk, umutsuzluk ifadeleri bizi tükenmişliğe itmeye başlamıştı. Evet, biz tamamen masumduk bunu biz biliyorduk. Koğuştakilerin tek ortak özelliği hiçbir suça bulaşmamış, hayatlarında ne karakol ne suçlu görmüş masum insanlar olmamızdı ama savcı bizi terörist olarak görüyor, hâkim bırakmadığına göre o da savcıya inanıyor.
Çevremiz ve ailemiz bizi çok iyi bildikleri için masum olduğumuza inanıyor ve selam gönderiyor ama başkaları, “Vardır bir suçları koskoca devlet hata mı yapar?” diyorlardı. Yoktu bir suçumuz sıradan vatandaşlardık sadece. Öğretmen, esnaf, mühendis, öğrenciydik sadece. Bir günde terörist ilan edildik. Yaşadıklarımız yıllarca aynıydı. Bir dönem devlet erkanı bizi ayakta alkışlarken bir günde hapse atılan azılı terörist ilan edildik.
Şimdi o soruyu soracaksınız: Nasıl terörist oldun?
İnanın ben de bilmiyorum. Ben esnafım, yıllarca devlete milyonlarca vergi verdim. Kimseye kazık atmadım, kimsenin parasını yemedim. Yanımda işçi çalıştırdım, üretim yaptım, fakir, ihtiyaç sahibi gördüm mü koştum yardım ettim, yolda taş görsem alıp kenara koydum. Bize öğretilen dini terbiyede bu vardı çünkü. Komşun açken tok yatan bizden değildir düsturunda yaşadık. Ülkeme
faydası olsun diye yurt dışında mal aldığım firmayı Türkiye’de fabrika açmaya ikna ettiğimde konsolos beyin, “Vah güzel ülkemin haline bir Çinliler eksikti.” diye taş koymasına gönül koymadım, dönüp bakmadım, çalışmaya devam ettim. Gel gör ki önce pasaportuma el koydular, sonra şirketime el koydular. Yetmedi restoranıma çöktüler ve hiçbir şeyim kalmayınca bir gece evime gelip sen teröristsin diye beni alıp götürdüler. Tek suçum sanırım vicdanlı ve umursayan bir tip olmam. Ne yapabilirim ki kırılan çiçeğe, solan güle ağlayan çocuğa kayıtsız kalamıyorum. Hapis sürecinden sonra değiştim mi diye soracak olursanız inanın çok istedim değişmeyi, umursamaz olmayı, bana ne demeyi. Olmuyor işte tıp içimdeki vicdanı söküp atabilecek kadar ilerleyememişse benim suçum değil vicdanlı olmak. Babasız çocuk, ağlayan kız evladı evine ekmek götüremeyen aile gördüm
mü elimdekini paylaşıyorum bu da sanırım yardım ve yataklık suçu oluyor. Sahiplenmemiş sokak köpeklerine gözyaşı döküp onları haberlere çıkartan, ortalığı ayağa kaldıran hassas milletim maalesef ocaklarına ateş düşmüş bu aileleri göremiyorsa vicdan lensi bozulmuş fotoğraf makinelerinin suçudur sanırım. Börtü böceğe bile üzülen bu hassas insanlar bu duruma duyarsız kalacak değil ya…
Bir akşam televizyonda Show TV’de bir haber vardı.
Bayanın biri sokak köpekleri için nasıl ağlıyor, ortalığı ayağa kaldırmışlar, bildiğin haykırıyorlar ve haber 10 dakika kadar yer buldu. Ayağa kalktım ve koğuşa doğru, “Utanın be bir de derdimiz var diye üzülüyorsunuz. Beterin beteri var, bakın şükredin.” dedim hep beraber güldük ağlanası halimize.
Sen ey okuyucu, bu savunmamı iyi oku ve senin vicdanında beraatımı alırsam ne mutlu bana. Bu yüzden yazmalıydım. Bir nevi sessiz çığlığım veya savunmamız, hiç değilse vicdanınıza sesleniş diyebiliriz. Güneşin altında kalmış hiçbir gizli saklı şey yoktur ve gerçekler mutlak bir gün gün yüzüne çıkacaktır. Bu yüzden bu yazdıklarımın doğruluğu ve masumiyetimiz bir gün mutlak anlaşılacaktır.
Aslında yazmak istediğim o kadar çok şey var ki maalesef hapishanenin bize bulaştırdığı unutkanlık gibi bir hastalığı var. İsimleri, doğum günlerini bile hatırlayamaz olduk. Bu yüzden yemek yerken, avluda yürürken aklıma gelen, bunu da yazmalıyım dediğim birçok şeyi kalemi kâğıdı elime aldığım an unutuveriyorum. İlham perim de buralara korkudan gelemiyor malum hapishanedeyiz.
Tecavüzcüler de yatıyor Silivri’de, yalnız kalmak da imkânsız müzik olmadan da yazamıyorum. Radyomu alıp avluya çıkıyorum, kanal çeken tek yer ama avlu çok soğuk. İçeride de radyo çekmiyor, şartlar zor yazmak için. Müziğin bile tutuklu olduğu bir hapishane anlayacağınız.
İlham perim gelemiyor, müziğim yok, 40 kişinin gürültüsü içinde tüm şartları zorluyorum ve yazmaya çalışıyorum.
Bu yüzden ey okuyucu, hatam olursa affola ki zaten hapishanedeyim ve terörist olmakla suçlanıyorum, ufak tefek hataları da görmemezlikten gelebilirsiniz. Aslında şu anki koğuş ortamını ve bu güzel insanların şu anki halini yazmadan önce onların önceki imrenilecek hayatlarını yazabilsem nasıl bir tezatlık ve garabet bir durum olduğunu daha iyi anlayacağınızı umuyorum ama soramıyorum buradaki arkadaşlara çok yoruldular ve isimlerinin, hayatlarının yazılmasını istemeyeceklerini düşünüyorum.
Hikâyelerini yazmak istedim bir ara ama çok basit kaldı yazdıklarım. Ben de röportaj şeklinde kaleme almaya başladım. Tam 5 kişi ile röportaj yaptım ki tahliye oldum. İsterdim ki 40’ının da hayatını yansıtabileyim. İlerleyen günlerde o röportajlara da yer vereceğim. Ama inanın bu insanlar gördüğüm kadarıyla isimsiz kahramanlar diyebilirim. Ne yaptıkları iyiliklerin anılmasını isterler ne bir ödül ne bir madalya ne de bir mahkûmiyet. Aslında Silivri’de yatan Türkiye’nin geleceğidir, gerçeğidir. Suçlu olmayan ama bir sürü saçma delilleri olan insanlar. İnançlı, yardımsever, ahlaklı, kimse hakkında kötü düşünmeyen, hayatlarında kavga bile etmemiş, iyi bir baba, vatansever, kitap okuyan, şiir yazan, üniversite mezunu, doktor, öğretmen, mimar, esnaf, beş vakit namaz
kılan bir terörist grubu. Sanırım her gelişmiş ülke böyle bir terörist gruba sahip olmak ister. Bizim ülkemizdeki aklı evvel büyüklerimiz ise Türkiye’nin geleceğine kelepçeyi takmıştır.
Almanya’dan bir avukat arkadaşım anlattı. Ortağı olan Alman avukat, mültecilere bakıyormuş. Bir gün arkadaşıma, “Sizin devletinizi anlamıyorum. Türkiye’den gelen bütün mülteciler ya 3-5 dil biliyor ya doktor ya mühendis. Hepsi dalında uzman, CV’leri dolu, kaliteli insanlar. Bizim ülkemiz için çok iyi bir durum ama sizin ülkeniz için çok büyük bir kayıp.” Demiş.
YARIN: Mahkemeler bir komedi tiyatrosu...