Suçu; sema ve devran aleyhinde fetvâ veren şeyhülislâma karşı çıkmak ve Ehl-i beyt'e, özellikle de Hz. Hüseyin'e olan aşırı muhabbet...
Osmanlı İmparatorluğu, Edirne, yıl 1693, Padişah; II. Ahmed… Köprülüzade Fazıl Ahmed Paşa'nın sadrazam olduğu Osmanlı İmparatorluğu Avusturya'ya sefer açmış ve Padişah II. Ahmed, Zamanının tasavvufi büyüklerinden Halveti şeyhi Niyazi Mısri'yi gazaya davet etmiştir.
O da “Fi sebilillah gaza ve cihada memur olduk” diye davete icabet etmiş ve dervişleri ile Edirne'ye gelmiştir.
Selimiye camisinde vaaz eden Niyazi Mısri'nin bazı tenkitlerinden rahatsız olan kişiler, “Mısri huruc'a kalkışacak” diye suni bir yaygara kopararak onu padişaha şikayet etmişler ve 75 yaşındaki Niyazi Mısri sefere davet edildiği Edirne'den ayaklarına takılan bukağılarla (kelepçe) adi bir suçlu gibi Limni adasına sürülmüştür.
“75 yaşındaki bir gönül eri, ayağına 15 kiloluk bukağı takılacak kadar tehlikeli görülmüştür!..
Kendisine yapılan muamele ve eziyetlerden bıkan Niyazi Mısrı Gelibolu'da gemiye bindirilirken gadaba gelip
"Devletin inkırâzı için dördüncü kat semâya bir kazık çaktım; onu benden başkası çıkaramaz!" diyerek memleketini terk etmek zorunda kalmıştır. İlk sürgünü değildi bu ama, son sürgünü oldu.
Niyazi Mısri'nin sürgüne gönderilmesine sebep olan fikirlerinden biri sema ve devran aleyhinde fetvâ veren şeyhülislâma karşı çıkması, ikincisi de Ehl-i beyte, özellikle de Hz. Hüseyin'e olan aşırı muhabbeti sonucunda, ona risâlet atfetmesidir.
Osmanlı imparatorluğunun kuruluşuna baktığımızda Osman Gazi'nin Şeyh Edebali ile olan yakınlığı ve onun manevi boyutunun etken olduğunu görürüz. Yani tasavvuf büyüklerinin himmetini üzerinden eksik etmeyen Osmanoğulları ne oldu da onlara eziyeti reva görür hale geldi.? Yani geçen zaman dilimi içerisinde ne oldu da bu manevi boyut zemin değiştirdi ve tasavvuf büyüklerine böyle bir eziyet reva görülür hale gelmeye başladı?
İlginç olan kısım Niyazi Mısri'nin gönderildiği yer OSMANLI İmparatorluğunun yıkılma sürecine noktanın konduğu Limni adasının Mondros kasabasıdır. Yani bir tasavvuf büyüğüne gösterilen saygı ile kurulan Osmanlı devletinin, bir tasavvuf büyüğüne yapılan hakaretle yıkılma sürecinin başlangıcıdır.
Kanaatimizce Niyazi Mısri ile ilgili bütün bu iddialar yeniden yorumlanmalı, -tabiî ki Hazretin sembolik bir ifade olan- semaya çaktığı çivi çıkarılmalı ve bu büyük mutasavvıfın ruhaniyetinden özür dilenmeli, siyasilerce itibarı iade edilmelidir.
Gönül ölmediğine göre Niyazi Mısri'nin milletimize karşı kırılan gönlünü tamir etmek bizlere düşecektir.
ARTIK ZAMANI GELDİ
Gerçi bu kutsal gönüllü mutasavvıfın iade-i itibara ihtiyacı yoktur; ancak bu zat haksız yere sürgün edilmiş ve
son defa sürgün edildiği Limni'de ayağındaki kelepçe ile defnedilmiştir. Aradan geçen zaman dilimi içerisinde Limni adasının Yunanistan'a geçmesiyle birlikte dergah ve tevhidhanesi market ve marketin deposu haline getirilmiş, caminin yeri kafe yapılmıştır. Türbesinin yeri belli olmasına rağmen ortada yoktur ve muhtemelen üzerinden yol geçmektedir. Onun ayağındaki bukağının(Kelepçe) madden ve manen çıkarılmasının zamanı çoktan gelip geçmiştir. Bunu da yapmak bu zamanın politikacılarına düşmektedir.
Niyazi Mısri'nin aşk yoluyla yaşanması gereken vahdet-i vücud idrakini esas alan fikirlerinin anlaşılması için yeni etüdlere, kongrelere, konferanslara, araştırma merkezlerine, okullara ve hatta enstitülere ihtiyaç vardır.
Bunlar önümüzdeki yıllarda hiç vakit kaybetmeden, mutlaka gerçekleştirilmelidir.
Niyazi Mısri :
Zât-ı Hak'da mahrem-i irfân olan anlar bizi
İlm-i sırda bahr-ı bî-pâyân olan anlar bizi
Diyor…
Niyazi Mısri Kimdir!
XVII. asırda yaşayan Niyazi-i Mısri el-Halveti tasavvuf tarihinin en renkli ve en önemli simalarından biridir. Coşkun ve cezbeli bir sufi olan Mısri, 1618'de Malatya'da doğmuş, Diyarbakır, Mardin, Kerbela, Mısır, İstanbul, Elmalı, Uşak, Kütahya ve Bursa'da yaşamış ve nihayet sürgüne gönderildiği Limni'de 1694 senesinde vefat etmiştir. Mısır'da öğrenim gördüğü için kendisi ‘Mısri' diye tanınmıştır.
İbn Arabi, Hz. Mevlana ve Yunus Emre düşüncesinin XVII. asırdaki takipçilerinden olan Mısri, adeta bu üç büyük zatın düşüncelerinin harmanlandığı bir mükemmel terkiptir. O, şiirlerinde aşka ve irfana ait hakikatleri damıtıp süzerek devrinin en güzel Türkçesiyle insanımıza takdim etmiştir. Mısri, aynı zamanda edebiyat tarihimizde kendisini takip eden mutasavvıf şair ve ediplerle, adına “Niyazi-i Mısri Okulu" diyebileceğimiz büyük bir edebî okulun kurucusudur. Bugün kütüphanelerimizin raflarında Mısri takipçilerinin henüz incelenmemiş pek çok eseri vardır. Her biri Mısri'nin düşüncelerinin tefsiri olan bu eserler, Mısri'nin eserleriyle mukayeseli olarak incelenmelidir, kanaatindeyiz.
Hazret-i Mısri, fikirleriyle bütün çağlara hitap eden ve insanlığın varmak istediği hakikatin şahikalarında dolaşan bir gönül adamıdır. Onun, varlık birliğini, ilâhi aşkı, yaratılışı, eşyanın ve en mütekamil varlık olan insanın hakikatini, kısacası İslamın derinliğini ve inceliğini ortaya koyan irfani düşüncelerini anlamaya çalışmak ve insanlığın anlaması için gayret etmek sorumlu herkesin görevidir.
Hazret-i Mısri, ne yazık ki sürgünde yaşamış bir velidir!
Bu toplum, maalesef içinden çıkan değerlerinin kıymetini pek bilememiştir. Bu kötü alışkanlık günümüzde de devam etmektedir. Ne acıdır ki, Türk toplumu sürgüne gönderdiği bu büyük gönül ve aşk adamının da kıymetini bilememiştir.
Niyazi-i Mısri bazı ledünni düşünceleri açığa çıkardığı ve siyasileri eleştirdiği için bir defa Rodos'a ve iki defa da Limni'ye olmak üzere üç kez sürgüne gönderilmiş, hayatının on altı senesini kalebend olarak zindanlarda veya gözaltında yaşayarak geçirmiştir. Bu sürgünlerin sebepleri olmakla birlikte mantıklı bir izahı yoktur. Söz konusu sürgünler, maalesef devrin siyasileriyle dini dar –sözde- ulemanın bağnaz düşüncelerinden kaynaklanmıştır. Siyasilerin ve ulemanın lüzumsuz ve vehmi korkuları, Mısri hakkında iftiralara sebep olmuş ve bu büyük veli hiç de hak etmediği cezaları çekmek zorunda kalmıştır.
(Kaynak: Mustafa Tatçı - Burc-ı Belâda Bir Merd-i Hudâ)
YAZETE