Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, "Azrail'e Sarılmak İstayan Adam" başlıklı yeni köşe yazısında Dr. Mehmet Ayvacı'yı anlattı.
Azrail’e Sarılmak İsteyen Adam
Onu ilkin Mavi Rüyalar Ülkesi Antalya’da gördüm. Vakarlı bir gülümseme ile, “Adım Mehmet,”dedi. “Mehmet Ayvacı.” Kıvırcık saçlı, gökçek yüzlü, gürbüz bir gençti. Liman Sokağı’nda şelalenin aktığı kaleye yakın tepede güzel bir evde oturuyordu. Uçsuz bucaksız Akdeniz’e karşı her insanın hayalini kurduğu manzaralı bir evdi. Lise yıllarında önünde çerezler, elinde gitar, beste yapan, sonsuz maviliklere karşı şarkı söyleyen bir delikanlıymış. Kendi kurduğu bir müzik grubuyla düğün-dernek gibi etkinliklerde sahne alırmış. Ağabeyi Nevzat Bey Hocaefendi’nin talebelerinden Ramazan Duygu’ya, “Kardeşim musikiyi çok seviyor. Güzel sesli bir hafızdan Kur’an dinletsen,” diyor. Ramazan Duygu, bilhassa varlıklı, aristokrat gençlerin sevebileceği, son derece düzgün giyinen, donanımlı, soylu bir gençti. Mehmet Ayvacı, Abdüssamed’i daha ilk dinlediğinde, cennetin şelaleleri gibi çağlayan bu sihirli sese hayran kalıyor. O ses, içinde uyuyan volkanı uyandırıyor. Üniversite için on beş tercihin on dördüne İstanbul yazıyor. Fakat tek tercih olan İzmir 9 Eylül Üniversitesi geliyor. Yüce sevdalara tutkulu insanların rotasını arzuları değil, idealleri belirlermiş. Bornova’da, üniversitede okuyan öğrencilerle kalıyor. Tertemiz Anadolu çocuklarının topluca namaz kılmaları, sohbet etmeleri, memleket hayalleri, idealleri çok hoşuna gidiyor. Cuma günleri Hocaefendi’nin vaazlarını dinliyor. Yolların imrendiği bir küheylana dönüyor. 1980’li yıllarda Antalya’ya her geldiğinde uzun uzun konuşurduk. Ailesine karşı olağanüstü saygılıydı. Babasından bahsederken öylesine saygılı bir tavır takınırdı ki, ağzınız açık kalır, gıpta ederdiniz. Bir gün ağabeyi Nevzat Bey’in kendisini ziyarete gelişini duyduğundaki heyecan, sevinç ve mutluluğunu, “Bu kıyafetle onun karşısına çıkamam. Bu gömleği, pantolonu değiştireyim.” deyişini hala anlatır arkadaşları. Allah’a çok bağlıydı. Yüce bir divana çıkma arifesindeyse, hali değişir, ürperir, bir çocuk gibi alnında ter tomurcukları belirir, yanakları al al olurdu. Siz hayretle 'Bu ne muhteşem saygı!' derdiniz. Yüzlerce insana soğukkanlılıkla konuşma yapan, ders yapan o rahat insan gider, iki büklüm bir insan olurdu. Üniversite bitince diş hekimi oldu. Türkiye’de hipnozu ilk o başlattı. Toplu hipnoz seansları yapıyordu. Üzerinde beyaz gömlek, hafif açılmış alın, kıvırcık saçlar, siyah kaşlar, karanlık bir gecede parlayan bir dolunay gibi taze bir yüz... Sanki gökten yere düşmüş bir melek. Yeni kuşak onu tanımasa da o ilgilendiği öğrencilerin rol model ağabeyi idi. Muhteşem bir rehberdi. Hazreti Musab gibi bir insandı. Gençti, güzeldi. Yaptığı her işi şiir gibi yapardı. Kaç öğrenciden ya da mahiyetinde çalışan insandan şu sözler duyulmuştur; “Ayvacı Ağabey anneme telefon etmiş, öyle şeyler söylemiş ki annem, ‘meğer benim evladım neler yapıyormuş’ diye sevincinden ağlamış.” Çevresindeki kadroyu sadece 'sevgi'yle motive ederdi. Müeyyidesi yoktu. Çok olgundu. Mutlaka kızdığı, sinirlendiği olaylar olurdu ama o her şeyi içine atar, çevresini toza dumana vermezdi. Siz odasından çıkışta gözünün kızarmış halinden, yine içine attığı olayların hüzün gözyaşlarını anlayabilirdiniz. Birebir rehberliğini üstlendiği hiçbir öğrenci yoktur ki, rehberliklerini hayat boyu devam ettirmesin. Ve yine hiçbir öğrencisi yoktur ki onları toplumda saygın bir noktaya ulaştırmamış olsun. İkna kabiliyeti son derece yüksekti. Var olanı harcayan bir insandı, tükeneceğini düşünmezdi. “Zorda kalır mıyım?” diye düşünmeyen bir insandı. O varlığı bırakıp öğrenci evlerinde yokluk içinde yaşamayı tercih etmiş birisiydi. Babası onun Antalya’ya gelmesini isterdi. O, “Son nefesime kadar elimden geldiğince insanlara Allah'ı anlatacağım.” derdi. Yatağını başkasına verip, sandalyede uyurdu. Varlıklı bir genç olmasına rağmen fakirane yaşardı. Babasının ayakkabı fabrikası vardı. Rehberlik için diş hekimliği cihazlarını satar, sonra tekrar alırdı. Bilhassa uyuşturucu tuzağına düşen gençlere çok üzülürdü. Diyalog kuramayacağı hiçbir insan yoktu. Hedefine kilitlenmiş bir ok gibiydi. Samanyolu televizyonunu doğuran Sema Video'nun kuruluşunda müthiş bir performans gösterdi. Çemberlitaş’taki Fırat Külttür Merkezi’nde 25 kişilik bir ekip kurdu. Sahneler TV stüdyosuna dönüştü. Samanyolu'nun kurucu müdürlerinden oldu. Haber müdürlüğü yaptı. Programlar sundu. 1995 yılında, Abdi İpekçi Spor Salonu’ndaki Ebedi Risalet Sempozyumu’nun, kırk bin kişilik muazzam organizasyonun meçhul kahramanı oydu. Mükemmeldi, yetenekliydi. Yaptığı güzel işleri sahiplenme yerine birlikte çalıştığı arkadaşlarını nazara verirdi İmanı tamdı. Özgür bir insandı. Zira ölüm korkusunu aşmıştı. Kaç defa ağır ameliyatlar geçirdi. Eşi dahil hiç kimseye haber vermezdi. “Niye haber vermiyorsun?” denildiğinde; “Ben Allah’a sığınıyorum. O’na emanet olmak istiyorum. 'Dışarıda birtakım insanlar var. Bana kan bulurlar. Onlar benim SSK'mı hallederler. Karnemi yazdırırlar.' gibi bir güvence istemiyorum. Her şeyimle O’na teslimim. ‘ Eğer alma zamanıysa al Allah’ım! Eğer kalmam hayırlısı ise kalayım. Gelmem hayırlısı ise 'Yeter artık çok özledim, yeter artık gelmek istiyorum.” Büyük bir mütefekkirdi. Baktığı, gördüğü her şeyde Allah’ın yaratmasını görürdü. “Dünya’ya büyük bir meteor çarpsa, gökyüzünde büyük patlamalar olsa hissedeceğim şey ‘Suphanallah olur.” derdi. Sık sık ölümden söz ederdi. Ölümü çok anardı. “İnsanlar Azrail’den korkuyorlar.” derdi. “Halbuki ben gördüğümde hayret eder, heyecanlanır, Allah’ın dört büyük meleğinden birini görmenin heyecanıyla sarılmak isterdim. Allah ‘Ben kulumun zannı üzeyim.’ demiyor mu? Benim zannım Azrail için bu yönde.” Ömrünün son yıllarında Dr. Can adıyla Zaman gazetesinin Ailem dergisinde yazılar yazıyordu. Zaman gazetesinin aşçısı Cafer Usta’ya bir gün, “Cafer Usta seni rüyamda gördüm. Gel bir sarılayım.” diyor. Cafer Usta diyor ki “En az 10 dakika sarıldı ve ağladı. Rüyasında beni nasıl gördüğünü hiç sormadım, o da söylemedi; ama bana o sarılışını hiç unutamıyorum. Gazeteye her geldiğinde beni arar, konuşurduk. 'Seni görünce ağlamadan duramıyorum.' derdi bana. 'Cafer Usta, cennette de bizim yemeklerimizi sen yapacaksın.’ der, sonra yine ağlamaya başlardı. Okurlar da Dr. Can’ı çok sevmişlerdi. Can kelimesi ona o kadar çok yakışıyordu ki hele hele doktor ve can kelimesinin bir arada onda tezahür etmesi asla boşuna değildi. İlgilendiği ile candan ilgileniyor, candan konuşuyor, candan gülüyor ve esprilerini o kadar candan yapıyordu ki insanın canını veresi geliyordu. Onu Türkiye'nin her yerinden Avrupa'dan, Amerika'dan, Avustralya'dan arıyorlardı. Aramalarının sebebi işte bu candan oluşu idi. O kadar enerjikti ki insan bu kadar hastalığı bünyesinde barındıran, bu kadar ilaç kullanan birisinin nasıl bu kadar enerjik olduğu konusunda hayret ediyordu. Her hafta Ailem okurları dergide 3-4 mektup görse de o, yüzlerce insana cevap yazıyor, telefon ediyor, yönlendiriyordu. Ve bunu o okurlardan başka kimse de bilmiyordu. Bazı okurları “Seni bir arkadaşa gönderiyorum. Benim selamımı söyle, seninle ilgilenecek. Adı Mehmet Ayvacı…” diyerek yüz yüze görüşmeye çağırıyordu. Çoğu insan da görüştüğü kişinin Dr. Can olduğunu bilmiyordu. Hipnoterapistliğini konuşturuyor, yediriyor, içiriyor ama kimseden de beş kuruş para almıyordu. Eşi Deniz Hanım, “Ben onun okurlarından gelen mektuplara çok ağladığını bilirim.” diyor. “Bana okuturdu, ben de ağlardım. Bazen o kadar zor durumlar olurdu ki; elinden hiçbir şey gelmeyeceğini bildiği halde kendini üzer, bir şeyler yapmaya çalışırdı. Bu da onu yıpratırdı. Ben engellemeye çalışsam da başarılı olamazdım.” Herkes ona derdini o da herkese gönlünü açardı. Bir gün Avustralya’dan bir kızımız; “Lütfen, benim için bir ezan dinlersen minnettar olurum Can Abi. Buralarda ezan sesi duyulmuyor.” diyor. Çok duygulanıyor. Gecenin en sessiz anında cevap yazıyor; “Güzel kızım…Bitirdin beni, felç ettin beni... Mektubunu bitirdikten sonra ben de bittim. Belki de ilk kez, bir mektubu okurken hislerimi gizleyememişim ki eşim, sabaha yakın bir zamanda uyurken çalışma odama gelip ‘Ne oldu, seni ağlatan nedir?’ diye sordu. Güzel kızım! Seni hiç görmedim ve tanımam, yaşın da kızımdan küçük; ama sana, ‘Canım annem!’ diye hitap etmek istiyorum. Ahir ömrümde dinlediğim her ezanı bir de senin için ve senin gibi gurbette, hicrette olup ezanı özleyenler için dinleyeceğim. Utanmasam sabah namazına 1,5-2 saat kala evimin terasına çıkıp, ‘Sidney'de mağrip vaktidir.’ deyip ezan okuyacaktım. Senin duyacağından da emindim.” 2006 Temmuz’unun sonları... Bir yaz günü mübarek bir ayda, mübarek bir gecenin sabahında, belki hiç uyumadığı yine bir mübarek cuma günü Dr. Can, Canlar Cananı’na yürüdü. Kadirşinaslığını, hatırını, hatıralarını ve sımsıcak duygularını bırakarak gitti. Son yolculuğunda uyuyan bir çocuk tebessümü vardı yüzünde. Binlerce seveninin omuzlarında, parmak uçlarında yüzerek, koşarak Andızlı Mezarlığı’na taşındı. Dr. Can bir yol açtı. Lakin isimsiz kahramanlar seremonisi hiç bitmeyecek. Ta ki sır ifşa olana kadar... Kendi çevremizde birer Dr. Can ya da Dr. Cânân olmaya hazır mıyız?
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.