Bağdat'ta; ismini söylerken bile içimizin burkulduğu bu garip memlekette altı ay yaşayan kameraman Mücahit Akagündüz, kendi Bağdat'ını yazdı.
Bağdat'a bir kamera arkasından bakmak… Savaşın en kanlı günlerinde, en sıcak olaylara şahit olan bir kameraman, gördükleri ona ağır geldiğinde artık, omzundaki kamerayı yere bırakıp eline kalem alırsa…
Ve derse ki, “Benim çektiğim ve sizin izlediğiniz o can yakıcı görüntüler Bağdat'ı anlatmaya yetmez, bir anlasanız…” Bağdat patlayan bombalardan ibaret değildir yalnızca, yanan arabalardan ve ağlayan kadınlardan… Onların hepsi ve daha ötesidir. Siz televizyonun başından kalkıp mutfağa gidersiniz, kameraman, o virane sokakta kalmaya devam eder. Yakınını kaybeden adamı teselli eder, bir direnişçinin sunduğu çayı içer ve bazen bir kaldırımın kenarına oturup çaresizce bekler.
Civardan bir Bağdatlı gelsin, “Üzülme kardeş,” desin, “Hepsi geçecek, güzel günler göreceğiz.” Kamera bazen kenarda kalır, kameraman da bir adamdır nihayet, makinenin ardındaki göz değil… Bağdat'ta; ismini söylerken bile içimizin burkulduğu bu garip memlekette altı ay yaşayan kameraman Mücahit Akagündüz, kendi Bağdat'ını yazdı. Yalnızca Bağdat değil, Felluce, Omara, Kufe… Kırpılıp kesilmemiş katıksız gerçekler, yabancılaşmamış bir göz, anlamaya ve anlaşmaya hazır bir duygusal adam… Açıkça taraf tutuyor, karşıdaki ürkek ve bazen öfkeli bakarken ilk adımı hep o atıyor, sonra bir bakmışsın Iraklıyla sarmaş dolaş bir kameraman ağlıyor… Şimdi sözü ona bırakalım;
“Bu kitabı okurken mazlum Iraklıların evine konuk olacaksınız. Yanınızda arabalar patlayacak, başınıza havanlar yağacak. Aç kalacaksınız, çaresiz kalacaksınız. Eviniz yanacak, yakınlarınız kaybolacak. Sonra birden, sanki bir savaş ülkesinde değilmişsiniz gibi neşeli bir gün doğacak. Güneşi görmek hiç bu kadar sevindiremezdi sizi. Sevinç mi? Yaşadığınız için sevinememek neymiş onu da Bağdat söylesin.”