ABD gazetelerinden Washington Post’ta Türkiye’deki sistem değişikliğini Latin Amerika ülkesi Peru’nun deneyimiyle karşılaştıran bir makale yayımlandı.
Washington Post gazetesinde yayımlanan bir makalede, Peru'nun 'kendi kendine darbe yapan' eski lideri Fujimori ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında karşılaştırma yapıldı.
Florida Üniversitesi’nden Latin Amerika ve demokratikleşme alanlarında Astrid Arrarás ile Türkiyeli doktora öğrencisi Orçun Selçuk’un ortak imzasıyla yayımlanan makalede öne çıkan kısımlar şu şekilde:
‘FUJİMORİ’YE NEDEN BENZİYOR?’
“Türkiye lideri Recep Tayyip Erdoğan geçen ay cumhurbaşkanlığının yetkilerini genişleten bir referandumu kazandı. Birçok gözlemciye göre Erdoğan böylece Türkiye’yi öngörülebilir gelecekte hiçbir meydan okumayla karşılaşmadan yönetebilecek.
Araştırmalarımız, Erdoğan’ı Türkiye siyasetine hâkim olma girişiminin benzersiz olmadığını ortaya koyuyor… Peru’nun Alberto Fujimori yönetiminde yaşadığı deneyim Türkiye için karşılaştırmalı dersler içeriyor. İki ülkede de, başkanlar ağır krizler bağlamında neredeyse sınırsız güç elde etti. Zaman içinde, daha geniş idari yetki alabilmek için anayasal değişiklikler yaptılar. İktidarı ellerinde toplarken, kendi siyasi partileri dahil, diğer kurumları zayıflattılar.
‘AKP, ERDOĞAN'IN ŞAHSİ ARACI HALİNE GELDİ’
Fujimori’nin ilk başta zannedildiği kadar başarılı olmamasının nedeni, güçlü bir partiye sahip olamamasıydı. Türkiye’deyse, iktidardaki AKP’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şahsi aracı haline gelmekte olduğuna dair işaretler var. Türkiye’nin rekabetçi otoriter rejiminin dayanıklılığı risk altında olabilir.
‘1993 ANAYASASI, FUJİMORİ’NİN KİLİT HAMLESİYDİ’
Fujimori, Peru’yu -Erdoğan gibi- kararnamelerle yönetirken, anayasayı yeniden yazmak için bir kurucu meclis topladı. Peruluların yüzde 53’ünün onay verdiği 1993 anayasası başkanın hemen yeniden seçilmesine olanak tanıyor, iki kamaralı meclis yapısını kaldırıyor ve idam cezasını geri getiriyordu. Başkanlığın yetkilerini ciddi ölçüde güçlendiriyor ve meclisi her şeyi incelemeksizin onaylayan bir kurum haline getiriyordu.
Bu yeni kurallarla, Fujimori 1995’te kolayca yeniden seçildi. İkinci başkanlık döneminde muhalefetin oyun sahasını iyice daralttı. Hükümet, istihbarat servisini kullanarak gazetecileri tehdit etti ve yargıçlara rüşvet verdi.
‘YARGIYI DESTEKÇİLERİYLE DOLDURDU’
Fujimori’nin görev süresinin 2000’de bitmesi gerekiyordu fakat destekçileri, eski anayasa çerçevesindeki ilk döneminin (1990-1995 arası) sayılmayacağını iddia etti – Erdoğan da 2014-2019 arasındaki ilk dönemi için benzer bir durumu savunuyor. Muhalefet, Fujimori iktidarını sonsuza kadar sürdürme çabasına karşı çıktı fakat eşit olmayan koşullarda çalışması gerekiyordu. Yargı ve seçim kurulu Fujimori destekçileriyle doldurulmuştu.
Fujimori 2000’de, ikinci tura kalmamak için seçimlerde hile yapmaya çalıştı. Muhalefet ikinci tutu boykot kararı alınca da yasadışı bir biçimde üçüncü defa seçildi. Fakat partisi parlamentoda çoğunluğu kazanamadı. Yeniden seçilmesinin ardından, istihbarat şefinin karıştığı bir yolsuzluk skandalı patlak verdi. Görevden alınma tehlikesiyle karşılaşınca Japonya’ya kaçtı ve istifa etti.
‘KOALİSYONU HIZLA DAĞILDI’
Fujimori’nin iktidarı ele geçirme çabası zaman içinde başarısız oldu çünkü güçlü bir siyasi geliştiremedi. Bireysel gücün güçlenmesi kurumların altını oydu. Son derece şahsileşmiş bir ortamda, parti zayıflığı nedeniyle iktidarda kalmak için yasadışı önlemlere başvurmak zorunda kaldı. 2000’de seçimlerde hile yapmaya ve muhalefet üyelerine rüşvet vermeye çalışmasının ardından, gevşek koalisyonu hızla dağılmaya başladı.
Rejimin ayakta kalması Fujimori’nin şahsına bağlı olduğu için partisinde onun yerine geçecek bir başka siyasetçi yoktu. Benzer bir senaryo şimdiden Türkiye’de görülebilir.
AK Parti 2001’de kurulduğunda tek üst düzey isim Erdoğan değildi. Bugün eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül, hükümet sözcüsü Bülent Arınç ve başbakan Ahmet Davutoğlu dahil, bütün diğer kilit önemdeki kişiler kenara itilmiş durumda. Hiçbiri referandum sırasında faal biçimde ‘evet’ oyu için kampanya yapmadı. Bunun yerine, Erdoğan’ın başkanlık kurma arzusuna dair endişelerini dile getirdiler. Bu arada, AKP’nin şu anki genel başkanı olan Başbakan Binali Yıldırım referandum kampanyasının paravanı olarak davrandı, kendi koltuğunun kaldırılması için de kampanya yaptı.
‘YENİ SİSTEMDE, ERDOĞAN'IN PARTİSİNİN ÖNEMİ AZALACAK’
Fujimori’nin partisine kıyasla, AKP’nin toplumda hâlâ kökleri var. Aynı zamanda halk arasında güçlü bir örgütlenmesi bulunuyor. Son darbe girişimine halktan gelen direniş bunun kanıtı. Fakat güçlü bir başkanlık sisteminde, Erdoğan AKP’ye daha az bağlı kalacaktır. Siyasetçiler, parti içinde hareket etmek yerine başkanla bireysel ilişkileri üzerinden bir kariyer arayışına girecektir. Kurallar Erdoğan’ın ihtiyaçlarına göre belirlendiği için, bu durum gelecekte bir halef krizine de yol açabilir.
Trump yönetimi Türkiye’nin referandumuna onay işareti verse de, diğer ülkeler, özellikle de Avrupa durumu o kadar hoş karşılamadı. Türkiye hâlâ NATO’nun bir üyesi ve AB’ye üyelik adaylığını da geri çekmiş değil.
‘BATI VE AKPİ BELİRLEYECEK’
Batı’yla bağları, Türkiye’nin tam anlamıyla otoriterliğe kaymasını önleyebilir. Fakat Türkiye aynı zamanda Batı üzerinde güçlü bir nüfuza da sahip Şu an 2.5 milyon Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapıyor. Erdoğan AB’yi sık sık Türkiye’nin sınırlarını açmak ve sığınmacıların Avrupa’ya gidişine izin vermekle tehdit ediyor.
Türkiye’de otoriter bir rejimin geleceği, AKP’nin Erdoğan’ın şahsi gündemine karşı direncine ve ülkenin Batı’yla karmaşık ilişkilerine bağlı olacak. Perı’nun deneyimi şunu gösteriyor ki, başkanlık iktidarını sağlamlaştırmak uzun vadede, göründüğünden daha zor. Eğer Fujimori bir şekilde yol gösteriyorsa, o zaman Erdoğan henüz sonsuz iktidarı garantilememiş demektir.”