Samanyoluhaber.com yazarlarından Safvet Senih yeni köşe yazısını 'Bana kim yol gösterecek?' başlığı ile kaleme aldı.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri şefkat kahramanlarından Zehra isimli gayretli bir ablamıza ZÜHRE ismini vermiş. Niye? Zühre Çoban yıldızı demektir ki, karanlıklarda kalıp, yol bulamayanlara rehber ve yol gösterici olsun diye…
Bana kim yol gösterecek deme!. Edille-i şer’iyye denilen dört esasımız var: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas… Üstad Hazretleri ve M. Fethullah Gülen Hocaefendi bu Hizmetin Genetiğini işte bu dört delil ile örgülemişlerdir. Onun için bu Hizmet’in, temeli de karkası da son derece sağlamdır. Bazı bizim gibiler belki o karkasın odalarını bölerken, duvarlarını süslerken ışıklandırma ve sair işlerinde hatalar yapmış olabiliriz ama aslı ve esası çok sağlam olduğu için o hatalar düzeltilebilir.
Unutmayalım, SERT RÜZGARLAR, hep yüksek yerlerde eser!
Sen doğru ol yeter; eğri olan eninde sonunda bulur belasını.
Ertuğrul Gâzi diyor ki: “Yiğidin bakışı, korkağın kılıcından keskindir.”
“İnsanları kırma… Kalbleri hiç kırma,
Ölümlü bu dünya, fani dünya
Bazen neşe bazen keder
Hayat böyle geçip gider
Sen hayatı asla etme heder
İman ve sâlihatla eyle âhiret medar”
** * *
“Boğaz ve gırtlak dediğin dokuz boğum… Öyleyse dokuz düşün, bir konuş.” Lâf ağzından çıkmadan önce çok hesap-kitap et, acele etmekte nedir zorun? Yoksa okun yaydan çıkması gibi yoktur artık geri dönüş; sonra istediğin kadar üzül, döğün…
** * *
M. Fethullah Gülen Hocaefendi Osmanlı Padişahlarından Mehmet Çelebi’yi de çok sever ve takdir ederdi. Yıldırım Bayezid’in Ankara Savaşından sonraki mağlubiyetinden sonra Osmanlı tam dağılma raddesinde idi. Mehmet Çelebi, o güzel dehâsı ile Osmanlıyı derleyip topladı. Yani 11 yıllık Fetret Dönemi böyle atlatılmış oldu.
** * *
Üstad Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Mal benim değil; bin bir DELLÂL’ın Kur’an-ı Hakîm’in Kudsi Mağazasından aldığım elmasları, evvela nefsine sonra müşterilere gösteriyorum. Benim bahşişim de müşteriden bir DUÂ’dır. Benim perişan vaziyetime bakıp da, elimdeki ELMAS’a ehemmiyet vermemek, haksızlıktır. Çünkü ‘Elmas benimdir, satıyorum” dememişim. Benim gibi müflis bir adam, büyük elmaslara mâlik değildir. Müşir (Maraşal) makamının emirlerini perişan bir nefer, ferik (tümgeneral) gibi büyüklere tebliğ etse, neferin küçüklüğüne perişaniyetine bakıp, elindeki emirlere karşı lâkayd kalmak, ehemmiyet vermemek elbette yanlıştır.
“Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izâlesi kolaydır. Fakat dalâlet, fenden ve ilimden gelse, izâlesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binde biri irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü öyleler kendilerini beğeniyorlar, hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar. Cenab-ı Hak, şu zamanda İ’câz-ı Kur’an’ın (Kur’anın mucizeliğinin) manevî parıltılarından olan mâlum Sözler’i şu dalâlet zındıklığına bir tiryak (ilaç) hâsiyetini vermiş, tasavvurundayım.” (Beşinci Mektub’un neşredilmeyen kısmı)
** * *
Abdurrahman Nursî’nin uzun bir ayrılık ve haber alamamaktan ileri gelen hasretin neticesinde Onuncu Söz (Haşir Risalesi) eline geçince yazdığı ve Barla Lâhikasına girmeyen mektubunun bazı bölümleri.
“Şimdi büyük Üstadım! Siz unutulmuş zannetmeyiniz fakat ne çare ki, zaman böyle iktiza ediyor. Burada istediğimiz ve bildiğimiz kimseler gaflette uyuyorlar. Onları ancak Cenab-ı Hak uyandırabilir. Burada (Cumhuriyetin ilk dönemi Ankara’da) bazı kimseler var ki, o da avam ve Müslüman insanlardır. o Risalelerden masrafları ne ise ben buradan göndereyim. Bana birkaç tane gönder, onlara vereyim. Sizde yazılmış ve henüz tab edilmemiş kitaplar varsa onları da bana gönder; azar miktarda ben onları burada eski harflerle tabettireyim. O da olmazsa, el yazısıyla her birinden yirmi-otuz tane yazarım ve size gönderirim. Tâ ki zâyi olmasın.
“Muhterem Amcam! Molla Abdülmecid Efendi şimdi Diyarbekir’in Ergani Osmaniyesinde ticaretle iştigal ediyor. sizin sıhhatinizi ona yazacağım. Muhabere ediyoruz ve sizi her vakit benden soruyor. Ne çare ki, şimdiye kadar sizin yerinizi bilmiyordum. Şimdiden sonra inşaallah sizi kaybetmeyiz. Bir de Üstadım, sıhhat haberinizi aldım, fakat ahvalinizden bîhaberim. Ne ile geçiniyorsunuz, ne suretle rahat ediyorsunuz? Akrabalık hakkı, bu sualleri sormayı bana bahşediyor. Sizin rahatınız bizim rahatımızdır. Sizin hayatınız bizim hayatımızdır. Bu cihetleri ve ihtiyacımızı ve bundan sonra birleşmek ve beraber bakıyye kalan ömrü geçirmek hususundaki fikrinizi bana yazmazsanız hakkımı helal etmem. Gerçi hakkım yoktur, fakat hakkım vardır.
“Ben burada rahat edeyim (Abdurrahman Nursi, o zaman Sağlık Bakanlığında memur), siz orada (Barla’da) meşakkat içinde kalasınız, vicdanım kabul etmez. Kazandığım size de, bana da kifayet eder. Siz beni ufaktan büyüttünüz. Bu sizin benim üzerime bir haktır. Benden bir şey talep etmemezlik, yaparsanız bu hakkımı da helal etmem! Kazandığım helâldir ve bu kazancımda sizin de hakkınız vardır. Çünkü sen olmamış olsaydın, belki ben şimdiki kazancımı bulamazdım. Demek bir hakkınız var. O hakkınızı benden alınız. Muhterem Üstad! Size ihtiyaç olan herşeyi kimseye değil bana söylemeniz lâzımdır. Çünkü hem evladınızım ve hem de talebenizim.
“Şimdilik bu kadar yeter. Bu hususlarda emrinize muntazırım. Bâkî tekrar selam. Ellerinizden öperim. Duanızı bekler, affınızı rica ederim. Seyda Nursinin biraderzâdesi Abdurrahman.
Not: Bu mektuptan sonra iki buçuk ay geçmeden Abdurrahman Ağabeyimiz vefat ediyor. Gencecik… Elbette şüpheli bir ölüm…
Şimdi iki torunu hayatta
Kız torunu Teksas’ta
Selçuk Sipahioğlu Türkiye’de
Hatice Elçin Sipahioğlu Amerika’da…