Zaman Yazarı Mümtazer Türköne, son dönemde yaşanan gelişmeleri ve AK Parti'deki değişiklikleri köşesine taşıdı...
"Bir siyasî partinin, son seçimde kendisine oy vermiş sivil bir seçmen kitlesini “düşman” ilan etmesi ve seçim kampanyasını bu düşman algısı üzerine dayandırması hatalı bir “dost-düşman” algısıdır." diyen Zaman Yazarı Mümtazer Türköne, "Diyelim ki hukuk işlemeye başladı, Erdoğan ve şerikleri Yüce Divan’da yargılanıyor. Yargılanırken onların hak ve hukukuna Türkiye’de kim sahip çıkar? Bugün müttefik olarak yanına aldıkları darbeciler mi; yoksa bu bataklıktan kurtulmak için düşman ilan ettikleri Cemaat mi?" sorusunu sordu...
* "Erdoğan’ın çözemeyeceği bir açmazı var; çünkü birbirine ters iki farklı cephede varoluş savaşı veriyor. Yolsuzluk soruşturmalarının yıkımını durdurmak için devleti dönüştürmek yeni ittifaklarla kendisini koruyacak bir düzeni tesis etmek zorunda. Eski darbecilerden, kendi çıkarından başkasını gözetmeden bürokratik kliklere kadar içine alanı tüketen ittifaklar ağına teslim oluyor. Buradaki savaşı kazandığı zaman öbür alandaki savaşı baştan kaybediyor; çünkü halk nezdindeki itibarı, öbür alandaki yeni fotoğrafı ile çelişiyor. 17 Aralık’tan sonra karşımızda yepyeni bir AK Parti var."
İşte Zaman Yazarı Mümtaz'er Türköne'nin bugünkü yazısı...
Erdoğan’ın dostları ve düşmanları
17 Aralık şoku siyasî dengeleri dağıttı; yeniden oluşurken yanlış giden, doğal olmayan hiçbir şey yok.
Yanlış giden sadece aşırı beklentilerdi. AK Parti’nin bir anda çökeceğini ve dağılacağını öngören muhalifler ile tersinden bu şokun oyları yükselteceğini bekleyen taraftarların “sıra dışı” beklentilerini kastediyorum. “Halk yine yanlış yapacak” tezini yeniden ısıtan sol-liberal aydınlarımızın “derin” sosyo-psikolojik açıklamaları ile Erdoğan’sız bir dünyayı idrak edemeyen AK Parti kalemşorlarının kırık plak modunda tekrarladıkları takıntıları bu iki kutbu temsil ediyor.
Yolsuzluk soruşturmaları sonrasında kapsamı yeniden belirlenen siyasî rekabetin yapısal tuhaflığını çoğu kimse gözden kaçırıyor. Asıl rekabet bir siyasî parti ile bir sivil toplum arasında geçiyor. Silahların denk olmadığı bir durum. Üstünlük kimin elinde? Hiçbir siyasî güç, boyun eğmeyen bir sivil toplumu teslim alamaz. Böyle bir savaş ilan edildiği anda sonuç bellidir. Seçim atmosferi, yaranın soğumasını ve fark edilmesini geciktiriyor. Hiç kimsenin endişesi olmasın: Halk her zaman doğru olana karar verir.
Erdoğan’ın çözemeyeceği bir açmazı var; çünkü birbirine ters iki farklı cephede varoluş savaşı veriyor. Yolsuzluk soruşturmalarının yıkımını durdurmak için devleti dönüştürmek yeni ittifaklarla kendisini koruyacak bir düzeni tesis etmek zorunda. Eski darbecilerden, kendi çıkarından başkasını gözetmeden bürokratik kliklere kadar içine alanı tüketen ittifaklar ağına teslim oluyor. Buradaki savaşı kazandığı zaman öbür alandaki savaşı baştan kaybediyor; çünkü halk nezdindeki itibarı, öbür alandaki yeni fotoğrafı ile çelişiyor. 17 Aralık’tan sonra karşımızda yepyeni bir AK Parti var.
AK Parti’nin insicamlı kalemlerinden Taha Özhan’ın şu iddiası, Erdoğan’ı kilitleyen kördüğümün ifadesi aslında: “...Erdoğan...Gülen Grubu’nu ‘dost-düşman’ dünyasında olması gereken yere koyarak güçlenmekte ve ikna edici olmaktadır.” (Star, 6 Mart 2014) Bu ifade basit bir iddia değil; arkasında teorik bir çözümleme ve önünde de kararlaştırılmış bir stratejinin açıklaması duruyor. Siyasal teori alanında genç kuşağı çok derinden etkileyen Carl Schmitt’in “dost-düşman” merkezli tanımı arka planı gösteriyor. Bu yaklaşıma göre siyasî birlik, bir düşman tanımlaması üzerine inşa edilir. Yani siyasî varoluş, bir düşmanın varlığına dayanmaktadır. Dostlar, zaten aynı düşmana sahip oldukları için dost olmuşlardır. O zaman siyasette neticeye ulaşmak için bütün dikkatinizi ve enerjinizi düşman oluşturmaya vermeniz yeterlidir. Düşman seçiminiz isabetli ise, yeteri kadar dost, yani siyasî müttefik yanı başınızda belirecektir. Bu yaklaşım Erdoğan’ın kalıplaşmış siyaset tarzı değil mi?
Bu teoriye dayanarak oluşturulan stratejinin en temel varsayımlarından biri hatalı. Bir siyasî partinin, son seçimde kendisine oy vermiş sivil bir seçmen kitlesini “düşman” ilan etmesi ve seçim kampanyasını bu düşman algısı üzerine dayandırması hatalı bir “dost-düşman” algısıdır. Düşman yanlış. Ama asıl varsayım hatası, ilan ettikleri düşmanın rekabet ettikleri siyasî alanın dışında yer alması. Sivil bir düşman, ikiyüzlü dostlar dışında müttefikler sağlamaz. Diyelim ki hukuk işlemeye başladı, Erdoğan ve şerikleri Yüce Divan’da yargılanıyor. Yargılanırken onların hak ve hukukuna Türkiye’de kim sahip çıkar? Bugün müttefik olarak yanına aldıkları darbeciler mi; yoksa bu bataklıktan kurtulmak için düşman ilan ettikleri Cemaat mi?
Erdoğan önceki gün Urfa’daki mitingde Cemaat mensuplarının “Artık AK Parti’den başka kime oy verirseniz verin, yeter ki AK Parti’ye oy vermeyin” mesajını yaydıklarını söylüyor. Eleştirdiği bu mesajın neresinde tuhaflık var? Tuhaflık onca hakaretten sonra bu mesajın eleştirilmesinde değil mi? Aslında bu propagandanın arkasında bile, 17 Aralık’tan sonra yeninden tanımlanan dost ve düşman algısı duruyor.
Demokrasinin tutarlı bir mantığı vardır. 30 Mart, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkıp çıkamayacağını belirleyecek. Sizce Erdoğan’ın yeni dostlarının desteği buna yeter mi? Öyleyse?