1990’ların başında demokrat Baykal vardı, sonra kayboldu. 2000’lerin başında demokrat Baykal yeniden uyandı; ama 2006’da uykuya daldı. Baykal’ın siyasi yaşamı hep konjonktüre göre şekilleniyor.
12 Eylül askerî darbesi yapıldığında Deniz Baykal, Antalya Konyaaltı’ndaki evinde tatildeydi. Kendisiyle ilgili bir yakalama kararı olmadığını telefonla öğrenmesi üzerine Antalya’dan otobüse binerek Ankara’nın yolunu tuttu. Aradan birkaç gün geçmişti ki evinin kapısı çaldı, karşısında Hikmet Çetin vardı.
Bir teğmen Baykal için “Biz götürmeyelim. Kendisi Merkez Komutanlığı’na gelebilir mi?” demişti Çetin aracılığıyla. Deniz Baykal, Merkez Komutanlığı’nı telefonla arayıp akşam olmadan teslim olacağını bildirdi.
Ruhen kendisine çok benzettiği kızı Aslı, eve döndüğünde babasının gözetim altına alınacağını öğrendi. Aslı, henüz 15 yaşındaydı. Evdeki moral bozukluğundan o da çok etkilenmişti. Sürekli “Niçin?” diye soruyordu. Babasının askerler tarafından neden alıkonulmak istendiğini bir türlü anlamıyordu. CHP lideri kızıyla arasında geçen bu sahnenin kendisini çok etkilediğini yıllar sonra Gazeteci Oktay Pirim’e anlattı.
Deniz Baykal, Ordu Dil ve İstihbarat Okulu’nun bulunduğu Merkez Komutanlığı’nda bir süre tutulduktan sonra salıverildi.
Ancak darbe yönetimi, 2 Haziran 1983’te Baykal ve 15 kişiyi siyasetten uzak tutmak için dört aya yakın Çanakkale Zincirbozan’a sürgüne gönderdi. Bu gözetim süresi dolup tahliye olma zamanı geldiğinde, darbeci askerler Zincirbozan’da yaşananların hiçbir yerde anlatılmaması için siyasetçilere imzalatılmak üzere bir evrak hazırlamıştı. Süleyman Demirel imza atmıştı ama sıra Baykal’a geldiğinde “Ben imzalamam” diye karşı çıktı. Komutan “İmzalamazsanız çıkamazsınız” demesine karşılık Baykal sert tavır takındı: “Ben çıkmaya talip değilim. Girerken dilekçe almadınız, çıkarken de rica alamazsınız.” Uzun saatler süren bu dik duruşa, darbe yönetimi bile sonunda boyun eğmek zorunda kalacaktı.
12 Eylül mağduru Deniz Baykal, bu darbeye karşı her daim sert bir tavır takındı. Ancak Baykal ne 27 Mayıs’a, ne 28 Şubat’a, ne de AK Parti iktidarı döneminde ortaya çıkan Sarıkız, Ayışığı gibi darbe planlarına ve 27 Nisan E–Muhtıra’sına aynı tavrı göstermedi. Baykal siyaset dışı müdahalelere ya da demokratik açılımlara hep konjonktüre uygun tavırlar takındı. 1990’ların başındaki demokratik tutumu, Meclis’teki sandalyelerinin kritik bir hal alması karşısında birkaç yıl içinde değişti; Baykal artık daha statükocuydu. 2000’lerin başındaki demokratik açılımı ise Meclis’teki sandalye sayılarının Cumhurbaşkanlığı seçim süreci ve Ergenekon davalarında kritik hal almaya başlamasıyla son buldu. Demokratik noktadan anti-demokrat çizgiye kayan Baykal’ın zikzaklarla dolu siyasi yaşamında halen ikinci çizgi etkinliğini koruyor.
BAYKAL’IN HİZİPÇİLİĞİ
‘Hizipçi’ kimliğiyle tanınan Baykal’ın bu sıfatı alması 1970’lerin ikinci yarısında ortaya çıktı. CHP’de, Ali Topuzcular ve Deniz Baykalcılar olarak ikiye bölünme başladı. Baykalcılık yıllar içinde adeta bir parti haline geldi. Parti Genel Sekreteri Orhan Eyüpoğlu’nun karşısına 1976 yılında aday olarak çıkan Baykal, az farkla kaybetti. Üç yıl sonra Deniz Baykal, Ali Topuz ve partinin genel sekreteri Mustafa Üstündağ’ın yarışacağı kurultayda rekabet yeniden baş gösterdi. Ali Topuz, Baykal’ı arayarak, genel merkezin adayına karşı bir ittifak oluşturulmasını teklif etti. Baykal da bu teklife sıcak baktı. Lakin, kurultay sabahı nedendir bilinmez, Deniz Baykal bu ittifaktan vazgeçince genel merkezin adayı kazandı. Ali Topuz, Deniz Baykal’ın 1970’li yıllarda esamisinin okunmadığını, sonradan palazlandığını söylüyor. Baykal bu günlerinde örgütçülüğün önemini öğrendi, siyasette tecrübe kazandı.
12 Eylül’ün yasaklı siyasetçileri arasında bulunan Baykal, yasağın kaldırılmasıyla SHP’den Antalya milletvekili olarak aktif siyasete döndü. Birçok partilinin “Erdal İnönü’ye rakip ol!” teklifine karşın, 12 Eylül sonrası partiyi İnönü’nün topladığını söyleyip adaylık tekliflerini geri çevirdi. “Kendisi aday olduğu sürece ben adaylığımı koymam” diyordu. Parti içinde demokratik yolları kullanan, demokratik açıklamalarıyla gündeme gelen önemli bir isimdi Baykal. Kurultaylarda Baykalcılar üstünlükle çıktı hep. Erdal İnönü ise “Parti iki başlı olmaz” diyerek kurultayda Baykal’ın karşısına çıkmasını istiyordu.
Baykal’ın yakın çalışma arkadaşlarından Tankut Akalın “İnönü oyuna getirdi. Kurultayda adaylığını koymaya zorladı, tahrikle” diyor. 29 Eylül 1990’da yapılacak kurultay için adaylığını açıklayan Baykal “Genel başkanın, bana genel başkanlığa aday olmam şeklinde bir görev vereceğini beklemiyordum. Ancak aday olmam gerekli bir hale gelmiştir.” diyecekti. Seçim yapıldığında Deniz Baykal büyük bir hüsran ile karşılaştı. Genel başkanlığı, genel sekreterlik koltuğunu ve PM’deki üstünlüğü kaybetti. 10 ay sonraki kurultayda da manzara tekrarlandı ve kazanan yine İnönü oldu.
BAYKAL SOLA KARŞI!
Genel seçimler yapılmış, SHP, DYP’nin ardından ikinci parti olarak sandıktan çıkmıştı. Bir koalisyon hükümeti üzerinde duruluyordu. Deniz Baykal ise bugün AK Parti’nin Anayasa değiştiremeyeceği iddiasında bulunduğu gibi, o gün de İnönü’ye karşı benzer bir stratejiyle hareket etti. Mevcut SHP yönetiminin DYP ile koalisyon görüşmeleri yapamayacağını, bu görüşmeleri kurultaydan çıkacak genel başkanın yapabileceğini savundu. Sonuçta parti yeniden kurultaya gitme kararı aldı. Erdal İnönü bu durum karşısında Baykal hakkında şu sözleri sarf etti: “Kendisinde liderlik ve genel başkanlık vasfı yoktur. Sayın Baykal, parti ya da ülke ne zaman bir sorunla karşılaşsa, sorumluluk alması gereken yerde o sorumluluğu almıyor. Ne zaman sorumluluk almak riskli bir durumda olsa, o zaman Baykal ortada olmuyor.”
Baykal üçüncü denemesinde de Genel Başkanlık yarışını kaybedince, strateji değiştirdi ve SHP’den ayrılarak, arkadaşlarıyla birlikte, 12 Eylül’de kapatılan CHP’yi yeniden açtı. Deniz Baykal artık CHP’nin Genel Başkanlık makamında oturuyordu.
Baykal, o yıllarda hem özgürlükçü hem de demokrat bir görüntü çizmeye gayret ediyordu. CHP Genel Başkanı olduktan sonra da bu tavrı bir süre devam etti. Solu amansız biçimde eleştirmekten geri durmuyordu. İsmail Cem ile birlikte yazdığı ‘Yeni Sol’ adlı kitapta, solu ele alırken şu sözleri sarf ediyordu: “Bir bakıma, değişen bir toplumun yeni sorunlarına, geçmişin tozlu raflarından indirilmiş eski reçeteleri önermekteydi. Yeni çözüm getiremiyordu. İster istemez, büyük ölçüde ‘istemezük’den ibaret bir siyasal söylemin sözcüsü konumuna düştü. Bir ‘tepkici muhalefet’ anlayışının, Anayasa Mahkemesi kapılarında tükenen bir yaklaşımın büyük ölçüde yansıması oldu. Eskimeye, kanıksanmaya başladı. İdeolojisinden, idealizminden, iddialarından uzaklaştı. Parti üyelerine yeterince heyecan veremiyordu, toplumda heyecan yaratamıyordu.”
Baykal’ın o yıllarda işaret ettiği ‘Anayasa mahkemesi kapılarında tükenen yaklaşım’ günümüze hiç de yabancı olmayan bir davranış biçimi. AK Parti’nin iktidarda olduğu 2003–2009 yılları arasında, yani 22 ve 23’üncü dönemlerde toplam 145 yasa ve anayasa değişikliği Anayasa Mahkemesi’ne taşındı. Deniz Baykal’ın CHP’si, sık sık Anayasa Mahkemesi kapılarında dolaştı ve Mahkeme de kararlarının büyük çoğunluğunu CHP’nin istediği yönde verdi.
Konjonktüre göre demokrat, konjonktüre göre statükocu bir görüntü çizen Baykal, 1990’lı yıllarda Kürt sorunuyla ilgili ‘asimilasyon’ sözcüğünü kullanan belki de tek liderdi. Yine İsmail Cem ile birlikte yazdığı kitapta “Kürtçe konuşmanın, yazmanın, bu dilde yayın çıkarmanın, bu alanda kültürel çalışmanın yasak olması ayıbını yaşıyoruz. Bu çağdışı asimilasyona ve var olan bir etnik yapıyı inkâra dönük yaklaşımları kabul etmek mümkün değildir.” diyor. 9 Eylül 1992’de CHP’nin açılış kurultayında da bu görüşleri savundu. Parti kurulduktan sonra bir ekip kurulması ve Kürt sorunuyla ilgili bir rapor hazırlanması talimatını verdi.
BAYKAL’DAN KESKİN DÖNÜŞ
Rapor, Baykal’ın asimilasyon diye tanımladığı, yara haline gelen Kürt sorununa bireyin özgürlüğü etrafında çözüm getirilmesini öneriyordu. Raporu hazırlayanlardan Fuat Atalay, Baykal’ın genel başkan olduğunu ve bu projelerin hayata geçirileceğini düşünmeye başladıklarını anlatıyor. Şahin Alpay ise İsveç modelinde bir demokrasiyi hayal etmeye başladığını belirtiyor. Ancak Baykal’ın bu demokratik tutumu, Uğur Mumcu’nun 24 Ocak 1993’te katledilmesine kadar sürdü. Kitlesel eylemlerin başlaması üzerine Baykal ağzından çıkan tüm sözlere sırtını döndü ve açılımın erken olduğunu savunmaya başladı, Şahin Alpay’dan raporun geri çekilmesini istedi ve bu kararının gerekçesini “Parti içinde ikilik çıkacak” diye açıkladı. Fuat Atalay’a göre Baykal o yıllarda kamuoyunda oluşan laiklik hassasiyeti ve tepki dalgasından faydalanarak oy almaya çalıştı. Baykal’ın Kürt sorununu tekrar ağzına alması için yıllar geçmesi ve paşaların özeleştiri yapması gerekti. Emekli paşaların Kürt sorunuyla ilgili hata yaptıklarını ifade eden açıklamalarına paralel, Kuzey Irak ile yakın ilişki kurulmasını, Kürt vatandaşlara haklar verilmesini telaffuz etti.
Deniz Baykal’ın benzer konjenktürel tavrı 22 Temmuz 2007 seçimleri öncesinde de sürdürdüğüne işaret eden Atalay, cumhuriyet mitinglerine katılan CHP liderinin politikalarını laiklik eksenine oturtmasını bu çerçevede değerlendiriyor: “Tamamen korku ve hassasiyetlere dönük politika götürdü. Yapısal reformları hayata geçirmek yerine statüko ekseninde politika yaptı. Kolayı seçti. Derinlemesine tahlil edip toplumu doğru yönlendirmek yerine, bu hassasiyetleri dikkate alacak bir konjonktürel davranış seçmiş oldu.”
Deniz Baykal, insanların ‘dinsel ve moral tercihlerine bağlı olarak tasnif edilmesine’ karşı çıkıyordu 1990’lı yıllarda. 1992’deki CHP kurultayında, imam-hatip okuluna giden gençle, diskoya gideni kucaklamaya geldiğini söylüyordu. CHP’nin artık devlet partisi değil, toplum ve halk partisi çizgisine geldiğine işaret ediyordu. Baykal yıllar içinde bu açılımlara da sırtını dönecekti, hatta geçtiğimiz yıl başörtüsünü ‘yabancı üniforma’ diye tanımlamaya kadar işi götürecekti: “Getirilmek istenen, gelen, Anadolu’daki kadınlarımızın yaşmağı, başörtüsü değildir. Gelen, Arap-Vahabi, Abbasi-Emevi İslam yorumunun, Türkiye’ye yönelik projelerinin bir simgesi olarak, Türkiye’deki işbirlikçileriyle birlikte Anadolu halkına dayatmaya başladığı bir yabancı üniformadır.”
Aynı Baykal 29 Mart 2009’daki yerel seçimlerden önce, çarşaflı kadınların partiye katılmalarına yeşil ışık yakıyor, insanların kılık kıyafetine bakmadıklarını söylüyordu. Ancak kısa süre sonra bu demokratik tutum yerini daha totaliter bir duruşa bıraktı ve kamusal alandaki başörtüsüne kesin çizgilerle karşı çıktı.
ANADOLU SOLUNDAN ULUSAL SOLA
12 Eylül’e karşı sert tavır takınan Deniz Baykal, 28 Şubat sürecinde Meclis’te hükümet yıkan askerlerin müdahalesine ses çıkartmadı. Yıllar sonra ise, askerleri “Müdahale etmeyin. Bu yanlıştır, biz siyasiler bu işi halledeceğiz” diye uyardığını öne sürdü. “Bence kırılma noktası 28 Şubat’tır” diyen SHP Genel Başkanı Hüseyin Ergün, Necmettin Erbakan’ın başbakan olmasından sonra Baykal’ın CHP’sinin “Askerî-sivil bürokrasi ile dayanışma yaparsak sağlam bir oy tabanına kavuşuruz” düşüncesine girdiğini söylüyor. Bir dönem Deniz Baykal’a başdanışmanlık yapan Gazeteci Şahin Alpay, zikzak çizen Deniz Baykal’ın sadece oy kaygısıyla hareket etmediğini söyleyip, siyasetçiyi “Belkemiği, prensibi yok. Esen rüzgâra göre tavır alan bir politikacı ile karşı karşıyayız” diye tanımlıyor.
Baykal’ın zikzakları 1999 yılında barajın altına ininceye kadar sürdü. 15 aylık dinlenmenin ardından yeniden siyaset sahnesine döndüğünde, tıpkı 12 Eylül sonrasında olduğu gibi demokratik bir tutum ile halkın karşısına çıktı. 1990’lardaki ‘Yeni Sol’ kavramını Baykal daha da yerelleştirerek, ‘Anadolu Solu’ diye kullanmaya başladı. Altan Öymen’den koltuğu devraldıktan sonra her yerde, “değiştim” mesajı veriyor ve merkeze açılmaya çalışıyordu. Her fırsatta ‘13. Yüzyıl Anadolusu’ndaki hoşgörü, insana saygı ve dayanışma olgusunun işleniyor olması, CHP’nin kendi değerleriyle barışmaya başladığı, toplumsal bir barış projesinde öncülük ettiği gibi bir algıya sebep oluyordu. Baykal’ın aldığı tavır birçok kesim tarafından olumlu karşılanıyor, entelektüellerden destek üzerine destek yağıyordu. “Bizim manevi zenginliğimiz” dediği Osman Gazi’nin hocası Şeyh Edebali’nin “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü makam odasına asmıştı Baykal. Bu arada onun iktidara gelmek için yaptığı bu açılıma partisinden ise yavaş yavaş “sağa kayma”, “laiklikten ödün verme” eleştirileri geliyordu.
Baykal bu süreçte Tayyip Erdoğan’ın yasağının kaldırılmasına da öncülük ediyor, ona Başbakanlık yolunu açıyordu. Ülkücülerin yanı sıra “Türbanlılardan oy istiyorum” diyordu açıkça. CHP olarak yapıcı bir muhalefet anlayışı içinde olacaklarını vaat ediyordu, AK Parti’nin ilk yıllarında sert bir muhalefet sergilemedi. Ilımlı bir görüntü çizdi. Ancak bu süre içinde Anadolu solu kavramının içi doldurulmadı, Baykal’ın birçok açılımı gibi bu da konjonktüre uygun olmadığı için yarım kaldı. SHP Genel Başkanı Hüseyin Ergün, Baykal’ın 1990’larda Yeni Sol, 2000’lerde Anadolu solu kavramını konjonktürel olarak kullandığını söylüyor: “Bu bir çizgi koyalım, sonuna kadar götürelim, yeni bir politik çizgi oluşturalım kaygısı değildir.” diyen Ergün, bu değişimin arkasının gelmediğini belirtiyor. 29 Mart yerel seçimlerinde çarşaflılara rozet takılmasını “Tutarlı ve gelecekte sürecek değil. O ana özgü” diyerek buna örnek gösteriyor.
Parti içindeki konumunu örgütçülüğüyle sağlamlaştırıp muhalifleri bir bir deviren Baykal, ‘sırdaşlarını’ yakın görevlere getirdi. Parti tüzüğünü kendi gücünü artıracak şekilde düzenledi. Cumhurbaşkanlığı seçimi yaklaştıkça tavrında değişiklikler somut olarak görülmeye başlandı. Tuncay Özkan’ın AK Parti’den birinin cumhurbaşkanı olmasını önlemek için “Çankaya’ya barikat kuracağız” açıklamasına paraleldi Baykal’ın tutumu.
Baykal bu süreçte “Anadolu solu” kavramını geri plana itip “ulusal sol” kavramına ya da ulusalcılık fikirlerine sarıldı. Devletçi ve statükocu görüntü yeniden ortaya çıkıp, demokratik görüntü rafa kaldırıldı. Şemdinli iddianamesine dönük 7 Mart 2006’daki açıklaması, özgürlükçü-demokratik görüntüsünden geri gidişin en somut sinyali oldu. İddianameyi “TSK’ya karşı darbe girişimi” diye niteleyen Baykal, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı yolunun kapatıldığını savunuyordu. Bu olayın arkasında ise hükümetin olduğunu açıkça ifade ediyordu. AK Parti hükümetinin 2006’da komuta kademesinin şekillenmesine müdahale edeceğini öne sürmüştü. Hükümet ise Büyükanıt’ın genelkurmay başkanlığını vaktinden önce açıkladı.
Baykal’ın eski çalışma arkadaşlarından Haluk Özdalga bu tartışmaların yaşandığı günlerde Baykal’ın askerleri adeta müdahaleye çağırdığını dile getirdi.
Şemdinli iddianamesinden iki ay kadar sonra başka bir olay, “değiştim” diyen Baykal’ın aslında değişmediği, sadece yeni bir maske kullandığını gösterdi. 17 Mayıs 2006’da Alparslan Aslan’ın Danıştay’a yaptığı terörist saldırı sonucu, Hâkim Mustafa Yücel Özbilgin yaşamını yitirdi. Olayın detayları henüz ortaya çıkmadan Baykal hemen saldırının olduğu binaya gitti ve, “Siyasete kan bulaştı. Hükümetin bu olayda rolü olduğundan hiç kuşkum yok.” açıklamasıyla hükümeti hedefe koydu. Ancak Baykal’ın hedefinde asıl cumhurbaşkanlığı seçimi vardı; Erdoğan ya da Arınç’ın cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini dile getirip “Uyarı görevi yapıyorum” diyordu. Danıştay baskınını düzenleyen Aslan’ın yargılandığı dava, Ergenekon davası ile birleştirildi. Baykal bunu da görmezden geldi ve o günlerde söylediklerini şu ana kadar herhangi bir şekilde düzeltme gereği duymadı.
Darbe dönemlerinin kapandığını ve askerin siyasete müdahale etmemesi gerektiğini söyleyen Deniz Bey, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde “Genelkurmay, Erdoğan’ın Köşk adaylığını engellemek için devreye girebilir.” diyordu. “Başkomutan seçilirken asker kayıtsız kalamaz” diyen Baykal, askerin, seçime müdahale etmesi gerektiğini öne sürdü. Cumhurbaşkanlığı oylamasının yapıldığı 27 Nisan gece yarısı Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde hükümete karşı yayınlanan e-muhtıraya da sahip çıkan Baykal; devlet kurumlarının uyarı yapma gereği duyduğunu iddia ediyordu.
Gücü kaybetmemek için tavrını sivil unsurlardan yana kullanmayan CHP lideri, Meclis’te yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde Sabih Kanadoğlu’nun 367 tezine savunup Anayasa Mahkemesi yolunu tuttu. Yüksek Mahkeme’nin, 367’ye gerek olmadığı yönünde karar vermesi halinde ülkenin çatışmaya sürükleneceği şeklinde tahrik edici açıklamalarını devam ettirdi. Son üç yıldır anti-demokratik söylemlere sarılan Deniz Baykal, bugüne kadar yakalayamadığı yüzde 20 bandında seyrediyor.
Yargıya müdahale ve askerin siyasete müdahalesine fikir olarak karşı çıktığını savunan Baykal, konu Ergenekon’a gelince yargıya sık sık çatmaya ve askerlere mesaj göndermeye başladı. Fikret Bila’ya konuşan Baykal, Genelkurmay Başkanı için “İlker Paşa çok doğru şeyler söyledi” deyip ‘ama’ ile davam ediyor: “Paşalar her zaman böyle güzel konuşmalar yapıyorlar da… Ama sanki sözle etkili olma aşaması geride kaldı gibi geliyor bana” diyordu.
ERGENEKON’A AVUKAT
18 Mart 2008’de AK Parti hakkında açılan kapatma davasında ise Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na sahip çıkıyor, iddianameyi savunuyordu: “Savcı kendisine verilen görevi yaparak çok objektif bir iddianame hazırlamıştır. Hukuk harekete geçme gereğini duymuştur. Savcıyı (Abdurrahman Yalçınkaya) eleştirenleri kınıyorum. Görevini yapan savcıya karşı bir yıldırma, yıpratma kampanyası yürütülüyor. Yargıçları rahat bırakın.” Anayasa Mahkemesi’nin nasıl karar vereceği konusunda ise mesajlar vermekten geri durmuyordu: “AKP kapatılırsa ‘kaos olur’ diyenler var. Yargı görevini yaparsa belki belli bir bedel ödenir. Ancak esas kaos yargının görevini yapması engellenirse ortaya çıkar.” Bu açıklamadan birkaç gün sonra ise “Bırak şeriat işlesin, parmağın acısın. Şeriatın kestiği parmak acımaz” açıklaması geliyor.
Aynı Baykal, Ergenekon savcılarına ise adeta ateş püskürüyordu. 18 Temmuz 2008’de “Böyle bir dava skandaldır.” diyordu. Nisan ayında Meclis grup toplantısında ise Ergenekon’u “savcılık darbesi” diye niteliyor, kapatma davasının savcısı gibi Ergenekon savcısını rahat bırakmaya yanaşmıyordu: “Bu uygulamalar, hiç şüphe yok bir darbedir. Darbe, sadece tankla, topla, silahla, üniformayla yapılmaz. Darbe böyle de yapılır ve yapılıyor da. Türkiye, bu darbeyi yaşıyor. (…) Elbette siyasal bir darbedir, bir AKP darbesidir. Daha da acısı, bu, bir savcılık darbesidir.”
Ergenekon davasını sık sık hedef alan Baykal, iddianame için “kişisel dedikodu”, “çekişme” ifadelerini kullanıyor. “Geri zekâlıların bile inanmayacağı şeyler, masal bunlar. Eğer davanın savcısı Başbakansa, avukatı da Deniz Baykal olur.” diyor. İddiaların gerçek olabileceğine dönük olarak ise açık kapı dahi bırakmıyor. Sarıkız, Ayışığı gibi darbelerin yanı sıra suikast planları, cephanelikler konusunda tatmin edici açıklamalar yapmaktan uzak durdu. Deniz Baykal 1990’larda Askerî Danıştay’ın kaldırılması yönünde teklif sunarken, günümüzde ne Askerî Danıştay’ın ne de askerlere sivil yargı yolunun açılmasını sağlayan kanunun değiştirilmesine destek veriyor. CHP, bu kanuna önce onay verdi ama daha sonra nedeni anlaşılmayan bir şekilde geri adım atarak normal çizgisine, anti-demokrat olana geri döndü.
DEMOKRASİ KARŞITI FAALİYETLERİN ODAĞI
Hasan Bülent Kahraman, Sabah gazetesindeki köşesinde 28 Şubat ile birlikte ordu-aydınlar-CHP-bürokrasi arasındaki bağın irtica bahane edilerek yeniden kurulduğunu söylüyor. “CHP önce 1993’ten, sonra 1998’den başlayarak kesinkes ordu yanlısı bir politika sürdürdü. Bu ittifaka Cumhuriyet gazetesi gibi bazı kanatlar da eklenince klasik Tarihsel Blok, yeniden fakat çok daha cılız bir biçimde teşekkül etti. (…) CHP ne yazık ki sol olduğunu söylüyor. Gene ne yazık ki Türkiye’de solun orduyla, askerle, darbeyle çok yakın, iç içe geçmiş bir tarihi ve zihniyeti var. Bu, tarihsel planda anlaşılabilecek bir şey. Fakat o planın demokrasiyi içermediği de açık. Hele aynı anlayışın bugün savunulması içler acısı.”
Deniz Baykal, Anayasa’nın 15. maddesinin değiştirilerek 12 Eylül darbecilerinin yargılanmasını istiyor. Ancak aynı Baykal 27 Mayıs, 12 Mart, 28 Şubat müdahalelerini yapanların ve Sarıkız, Ayışığı’nı planlayanların yargılanmasına ‘evet’ demiyor. Darbecilerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü tıkamaya çalışıyor.
Baykal bu gelgitleri esnasında Halk Partisi’nin tek parti iktidar yıllarını da eleştirdi. Ancak birçok siyaset bilimci Baykal’ın otoriter, tepeden inmeci politikaları sürdürdüğünü düşünüyor. Taraf Gazetesi’nden Alper Görmüş iki Deniz Baykal’dan hangisinin gerçek olduğunu şöyle sorguluyor: “Baykal son yıllarda partisini gerçekten de Türkiye’deki otoriter zihniyetin “odağı” haline getirdi ve her geçen yıl bu tutumunu daha da keskinleştirdi. Fakat burada kritik bir soru var: Baykal hep böyle miydi? Daha anlamlı bir soru: Onun “demokrasi karşıtı faaliyetlerin odağı” olma hali, bu “hal”in partisini iktidara taşıyacağına dair inançtan kaynaklanıyor olabilir mi? Ve tabii bu iki sorunun hemen akla getirdiği şu soru: Hangisi gerçek Baykal? Otoriter zihniyetli olanı mı, tek parti dönemi eleştirmeni olarak öne çıkanı mı?”
Baykal kimdir?
Çerkez kökenli Baykal'ın gelgitlerle dolu siyasi yaşamına girmeden önce kim olduğunu kısaca bilmekte fayda var. Deniz Baykal, Kafkasya göçmeni Hüseyin Hilmi Bey ile Mısır göçmeni Feride Hanım'ın 20 Temmuz 1938 tarihinde doğan oğludur. Kalekapısı'ndaki Tekeli Mehmet Paşa Cami'nin imamlığını yapan Şeyh Ahmet Efendi ise baba tarafından dedesi. Babası Tekel'de çalışan küçük bir memurdur, aynı zamanda sıkı bir Halk Partilidir. Çocukluk yıllarında tamirci çıraklığı, simit satıcılığı, yük tekneleri ile karpuz taşımacılığı yapar. Güzel konuşması ile okullardan ‘orta halli notlarla' mezun olur. Hukukçu olmaya karar verir; Ankara Siyasal Bilgilerden 1959'da mezun olur.
Deniz Baykal, 27 Mayıs darbesinden bir ay kadar önce aniden ortaya çıkan öğrenci hareketlerinde ön saflarda yer aldı, Menderes'in yakasına yapıştığına dair iddialar doğrulanmadı. Baykal'a siyaset yolunu, CHP'nin seçim başarısızlığı üzerine yazdığı bir rapor açtı. Rapor önce Turan Güneş'e, ardından Bülent Ecevit'e, oradan da İsmet İnönü'nün önüne gitti. Hepsi raporu beğenmişti. Baykal, Yüksek Danışma Kurulu üyesi olarak CHP'de aktif siyasete adım attı. Askerliğini bitirip Ankara'ya döndüğünde CHP'nin başında Bülent Ecevit vardı. 1973 yılında Ecevit'in ısrarı ile milletvekili oldu. Bir yıl sonra ise 36 yaşında Maliye Bakanı oldu. CHP ile Erbakan'ın MSP'si arasında kurulan koalisyonda kritik bir rol oynadı. MSP'den Korkut Özal ile birlikte tarihî koalisyonun kurulması için en çok çaba gösteren isimlerden biri oldu.
Hüseyin Ergün*:
Deniz bey, otoriter CHP’yi yansıtıyor
Türkiye'deki sağ siyasi iktidarların, 1990'a kadar son derece katı olması ve özgürlüklere hiç yakın olmaması CHP'nin nispi olarak özgürlükçü görünmesini sağlamıştır. Ama bu, özündeki otoriterliğin kaybolup gittiği anlamına gelmez. Sovyetler ne zaman yıkıldı, o zaman korkular azaldı ve sağ nispeten özgürlükçü olmaya başladı. Bu kez CHP'nin nispi özgürlükçülüğü kayboldu. CHP'nin başında Deniz Baykal değil bir başkası da olsa partinin tutumu değişmez. Deniz bey aslında partiyi yansıtıyor. İttihat Terakki'den bugüne gelen, cumhuriyeti kuran, tek parti yaşayan bir süreçtir. CHP'nin önde gelenlerinin kemiklerine işlemiştir. Ana çizgi 20. yüzyılın başından beri gelen, otoriter jakoben çizgidir. Bu diğer insanları kendine benzetmektedir. Çok demokrat nitelikleriyle tanınan biri CHP'ye üye olup öndeki kadrolarda yer aldığında insanı şaşırtacak şekilde CHP kalıbına girmektedir. O yüzden CHP'nin özgürlükçü, demokrat, sivil bir parti olması öyle kolay bir iş değildir. Ancak sivil, demokrat, barışçı, özgürlükçü bir sol parti ortaya çıkarsa; CHP seçmen tabanında etkili olursa bu konu düşünülecektir.
*SHP Genel Başkanı
Mehmet Barlas:
Baykal soyut bir resim gibi
Turan Güneş CHP'yi şöyle tarif etmişti. Ahmet Rasim'in “Hamamcı Ülfet” diye bir roman kahramanı var. Osmanlı konağına evlatlık olan bir kızdır. Sadece kadınlarla olduğu için eşcinsel olur, kadınlarla birlikte yaşamaktan hoşlanır. Sürekli hamama giderler, eğlenirler. Ülfet evlenme yaşına gelir. Komşu konağın beyiyle evlendirilir. Fakat zifaf gecesi hamama kaçar. Çünkü o Hamamcı Ülfet'tir. Turan Güneş “CHP ne kadar demokrat görünse da sonunda hamama kaçar” derdi. Deniz Baykal'ınki de bu. Yapısı itibariyle demokrasiden hoşlanmayan bir parti CHP. Deniz Baykal çizgisi olmayan, soyut bir resim. Bir Picasso resmi gibi çizgisi belli olmayan biri. İdeali CHP'yi MHP ile birleştirip aşırı sağda bir ortak cephe oluşturmasıdır. MHP-CHP cephesi çok hoş olur. Böyle olsa çok gerçekçi olur. CHP-MHP arasındaki farkları bilemiyoruz şu anda. Devlet Bahçeli ile Deniz Baykal'ın söylemleri tamamen aynı. Deniz Baykal CHP'nin başında kalmaktan başka bir şey düşünmüyor. Onun da formülünü durmadan bir şeyler ortaya atmakta buluyor. Deniz Baykal'ın Türkiye'ye dönük bir iddiası kalmadı.
Doç. Dr. Tanju Tosun*:
Onu ikinci adamlar manipüle ediyor
CHP'nin lider değişimi mümkün değil. Aslında Baykal parti içindeki politbüro üyeleri ile karşılaştırıldığında daha esnek bir aktör ama Baykal'ı CHP içinde manipüle eden statükocu, devletçi aktörler var. Rotayı belirleyen ikinci adamlar kötülük yapıyorlar Baykal'a. Toplumsal dinamikleri okuma konusunda kötü olan biri değil gibi. Açılım yapma derdi var; ama bana kalırsa arkasından çekip ‘dur bakalım, nereye gidiyorsun’ diyenler de var. Bu problem çıkarıyor. Sorun Baykal'ı aşıyor. İkinci adamları toplumu, siyaseti okuyamıyor, önünü kesiyor. Önder Sav bunların başını çekiyor.
*Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi
AKSİYON