Samanyoluhaber.com yazarı Faruk Mercan 'Fethullah Gülen Hocaefendi’yi ziyaret' notlarını paylaştı
FARUK MERCAN
Namaz kılınan büyük salondayız. Almanya’dan misafirler var, bir misafir Sızıntı dergisinin Almanca versiyonunu kastederek “Hocam bugüne kadar üç yüz makaleyle dergiye en fazla siz katkıda bulundunuz, dergimiz Almanya’da 25 yıldır yayınlanıyor” diyor.
Fethullah Gülen Hocaefendi, “Buradaki herkes benden tecrübeli, Allah razı olsun… Arkadaşların hizmetine katkıda bulunmak bir vecibe gibi geliyor bana…” diyerek bu gayreti ortaya koyan arkadaşları takdir ediyor. Salonda yazı yazma veya dergi çıkarma hususunda Hocaefendi’den daha tecrübeli kimse yoktu, ama her zaman olduğu gibi bu ifadeleri bir tevazu ve istiğna dersiydi.
Derginin son sayısında yayınlanacak yazılardan birinin başlığı “Ve aldandı insanlık” idi. Bunun üzerine Hocaefendi’nin ağzından şu cümle döküldü:
“Benim yazacağım romandı, yazamadım…”
Mesela 29 Haziran 2015 günü Hocaefendi’nin şu ifadelerini not almışım:
“Ve insan aldandı… Belki bir gün biz de Müslüman olacağız, ömür gidiyor ve insan aldanıyor.”
“Bir Medeniyetler Diyaloğu” kitabının yazarı Jill Carol’ın Hocaefendi’ye sorduğu sorulardan biriydi bu yazılamayan “Ve İnsan Aldandı” romanı…
Yakın bir zamanda bulunduğum ülkede önemli bir kurumdaki önemli bir görüşmenin ortasında birdenbire şöyle bir soruya muhatap oldum: “Bugüne kadar Fethullah Gülen’den öğrendiğiniz en önemli şey ne oldu?”
O anda aklıma gelen cevap şu oldu: “Dini siyasete alet edenler Kur’an bizim anayasamızdır derken, İslam devleti peşinde koşarken; Gülen hep insanın üzerinde durdu ve şöyle dedi: Kur’an ayetlerinin, Müslümanlığın belki yüzde 98’i doğrudan insanı, insan hayatını, ahlaki ve manevi değerleri ihtiva eder. Dinin belki ancak yüzde 2’si devlet işleriyle alakalıdır.”
Sonra Hocaefendi’nin iyi insanlardan oluşan bir toplum hülyasını, böyle toplumlardan müteşekkil sulhun hâkim olduğu bir dünya özlemini ifade ederek şöyle bağladım: “Bu sebeple Gülen, dünya genelinde açılmış Hizmet okulları ve müesseseleri için sulh adacıkları ifadesini kullanıyor.”
Abdullah Aymaz ağabey, 1966 da İzmir’e gelen Hocaefendi’den dinlediği ilk vaazı şöyle anlatıyor:
“Cami dolmuş arkada bir sıra kalmış. Hocaefendi konuşuyor. Dedi ki, ‘Meselemiz insan… İnsan ki bir sarayı düşünelim, bir sütunu Çin’den, bir parçası Endülüs’ten, İnsan da bir saray … Ruhu ruhlar aleminden…’ Risaledeki misali anlatıyor. Sonra dedi ki ‘Meselelerimiz mücerret değil. Misallerle anlatacağız. Burada da sahabelerden misaller, örnekler vereceğiz. Sahabeler ki Kur’an’ın canlı tefsirleri…’ Bunu hiç unutmuyorum. Kur’an’ı yaşayarak tefsir edenler demek…”
1988'de bizim neslimiz ilk defa Hocaefendi’yi camide dinlemeye başladığında Hocaefendi’nin ana teması yine aynıydı. “Aldanma günü”nü esas alan Süleymaniye vaazından Sonsuz Nur vaazlarına, İzmir'deki Hisar ve Şadırvan vaazlarına kadar... Hocaefendi’nin 1980 öncesinde İzmir Bornova'da verdiği vaazlar kitap olarak yayınlandı. Eserin ismi “Gönül Nağmeleri Hutbeler”… Kitabı elinize aldığınızda aynı şeyi görüyorsunuz. 350 sayfalık eser 10 Şubat 1978 tarihli “Allah Yoluna Gönül Verme’ vaazıyla başlıyor ve “Hayra İştiyak” vaazıyla devam ediyor.
"Yeryüzünde problem insanla başladı ve yine insanla biter ancak” diyor Hocaefendi... Bu sebeple “Hal ile (örnek insanlarla) hallolmayacak hiçbir mesele yoktur” diyor. Bu sebeple bütün hayatı boyunca Peygamber Efendimizi, sahabe dönemini anlattı ve sahabe gibi bir nesil yetişmesi için çırpınıp durdu. Hemen her alanda, hayatın her ünitesinde işte böyle bir nesil zuhur etsin ve insanlık bir daha gül devrini yaşasın hülyasıydı bu...
Çağlayan dergisinin yeni yayınlanan Kasım sayısında Abdullah Aymaz ağabeyin bir yazısı var. Bediüzzaman Hazretlerinin ilk talebelerinden merhum Muhsin Alev’i konu alıyor bu yazı… Muhsin Alev’in o zaman genç bir muhabir olan arkadaşı Abdullah Işıklar anlatıyor:
“Bir haber peşindeydim, aceleyle gazetenin Cağaloğlu‘ndaki merkezinden fırladım. Tam Gazeteciler Cemiyeti’nin binasının önüne gelmiştim ki birden yanımda olması gereken not defterimi gazetede unuttuğumu hatırladım. Tekrar gazeteye koştum, defterimi aldım ve yeniden emniyet binasını geçip İran Konsolosluğu’nun önüne gelmiştim ki Muhsin’i gördüm. Cağaloğlu yokuşunu tırmanıyordu, onu selamlayıp geçecektim fakat inanılmaz bir şey söyledi, ‘Üstad Bediüzzaman’ dedi. Birkaç adım önünde yokuşu çıkan çok değişik kıyafetli yaşlı bir zatı gösterdi. Adını ve hizmetini çok duyduğum bu mübarek zata yaklaşıp elini öptüm. Muhsin beni tanıttı; ‘Üstadım Abdullah kardeşimiz gazetecidir, kendisi ile aynı yurtta kalıyoruz’ dedi.
Bediüzzaman Hazretleri memnun oldu, şefkatini hissettiren babacan dokunuşlarını yanaklarımda duydum. ‘Maşallah maşallah’ dedi ve tuttuğu elimi bırakmadı. O yolun sonuna kadar da bana öyle bir gazetecilik dersi verdi ki hayretler içinde kaldım. Az, öz ve etkili gazetecilik düsturlarını peş peşe sıraladı. Ben Bediüzzaman Hazretlerini dinlerken başka bir dünyaya gitmiş gibi hissettim kendimi. Aklımda kalan sözleri şöyleydi: ‘Siz gazeteciler amme hizmeti yapıyorsunuz, bu çok mühim bir hizmettir. Basın yoluyla olduğu için sizin bir sevabınız bin, bir günahınız bin olur. Bu sebeple çok dikkat etmeli ve doğruluktan ayrılmamalısınız. Yazınızda da haberinizde de şahsiyetleri rencide etmeyiniz. Zira her insan muhteremdir, tenkit edilecek husus insanın icraatı ve zararlı halleridir’. İtiraf edeyim ki o güne kadar bize fakültede verilen derslerin bütününden daha fazla istifade ettim kendisinden. İkinci Mahmut Türbesi’nin köşesinde elimi bıraktı, orada vedalaştık. Tekrar elini öpüp duasını istedim.
Ona hürmeten birkaç adım gerisinde yürüyen Muhsin’e de Üstadın sırtındaki heybeyi niçin kendisinin taşımadığını sordum; çünkü Üstad gibi bir insanın sırtında içi dolu bir heybe taşıması bana tuhaf gelmişti. Üstelik bu durum Muhsin için büyük bir tezattı. Hem çok hürmet edip Üstad diyeceksin hem de yükünü taşımayacaksın, bu hususu sordum tabii ki... İyi ki de sormuşum, Muhsin’in bana söyledikleri beni Bediüzzaman’a bir kere daha hayran etmişti: ‘Üstad zaruri ihtiyaçlarından oluşan maddi yükünü kimse taşıtmaz, vermez ki taşıyayım…’ Koca Bediüzzaman o yaşında Cağaloğlu yokuşunu sırtındaki heybesi ile tırmanıyordu. Sadece o yükü değil istese kendisini bile sırtında taşıyacak bunca talebesi varken… Olacak şey değildi, ama büyük olmak kolay değildi; çünkü onlar almaya değil hep vermeye talipti. O güzel insan bütün dünyalığını omuzunda, heybesinde taşıyordu. Arkasından bakakaldım. Gövdemle ayrıldım; ama gönlüm onda kaldı.”
Annemarie Schimmel, Mevlânâ hazretlerini anlattığı “Ben Rüzgârım Sen Ateş” eserinde şöyle diyor: “Mevlânâ bütün düşüncelerini söyleseydi doğacak kitapların yükünü kırk deve taşıyamazdı." Aynı şeyi Bediüzzaman Hazretleri ve Hocaefendi için rahatlıkla söyleyebiliriz. Annemarie Schimmel, hayatının son devresinde Hocaefendi ve Hizmeti konu alan bir doktora tezini okumuş “Dünyanın bu harekete ihtiyacı var” demişti
Yatsı namazından önce Hocaefendi’nin misafirlerini kabul ettiği salondayız. Bir Avrupa ülkesinden gelmiş bir misafir şöyle diyor: “Hocam, binlere baliğ birlerle beraberiz, onlarla hizmete devam ediyoruz.” Hocaefendi bu misafirin yüzüne tebessümle bakarak memnuniyetini ifade ediyor.
Bize düşen sabırla, gayretlerimizi daha da artırarak son nefesimize kadar bu hakikatlerin temsilcisi olmak...