Samanyoluhaber.com yazarlarından Cuma Karaman, 'Ben de o eli tuttum' başlıklı köşe yazısında muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'yi yazdı.
Yıl 1987, Aralık ayının ortalarıydı. Dört arkadaşla birlikte, heyecanlı ve uzun bir yolculuktan sonra İzmir'de Muhterem Hocaefendi’nin huzuruna vardık. O anın ağırlığı, manevi havası, üzerimde hâlâ ilk günkü gibi etkili… Hepimizi tek tek sükûnetle dinledi, hal ve hatırımızı sordu. Gönlümüzü okşayan bu samimi ilgi, içimizi ısıttı.
Sohbetin ardından sofra serildi. Hocaefendi, mütevazı bir eda ile beni sol yanına oturttu. Ardından kendi yediği tabaktan yememi istedi. Utancımdan elim titriyordu, kaşığı ağzıma götürürken sanki dudaklarımı bile bulamıyordum. O an yaşadığım mahcubiyet, içimde bir ömre yetecek kadar iz bıraktı.
Ayrılırken ellerimizi tuttu. Avuçlarımız iç içeydi. O musafahada, içimden şu sözü verdim: “Bu eli bir daha bırakmamak üzere tuttum.” Bu sözü o an yüreğime mühürledim ve Rabbim bugüne kadar unutturmadı, inşallah son nefese kadar da unutturmaz.
Hocaefendi’yi ilimize davet etme bahtiyarlığına erişmiştim. Bu davete tebessüm ile karşılık verdi; Zafer Bey’i huzuruna çağırdı ve gerekli notları aldırdı. Bu bizim için yalnızca bir ziyaret değil, hizmet yolculuğunda atılan ilk ciddi adımdı. Sanki içimizde yeşeren niyet, o gün somut bir adımla hayata karışmıştı.
Burada, yüreğime kazınan tatlı ve anlamlı bir hatırayı paylaşmadan geçemeyeceğim: şöyle buyurdu; Üstad Hazretleri, bir talebesine bir gün bir söz verir. Ne var ki bu söz, yirmi yıl sonra yerine getirilir. Ancak Hocaefendi, yirmi senenin yarısı kadar bir süre sonra, bir gece vakti o vilayete uğramıştı. Eğer tam yirmi yıl geçmiş olsaydı, kendisi yurt dışında olacağından, o söz de yerine getirilemeden kalacaktı. Sanki kader, sözün vaktini kaçırmamak için takdiri değiştirmişti.
O gün tuttuğum o mübarek elin sıcaklığı, içime işleyen halâveti ve kelimelerle tarif edilemeyen lezzeti, hâlâ gönlümde ilk anki tazeliğiyle yaşıyor. Gönlümde yanan aşk, hâlâ o ilk temasla harlı. O el, yalnızca bir el değil; bir davetin, bir ahdin, bir ömrün ruhuna dokunan mübarek bir işaretti.
Hatıranın Hatırlattıkları
O gün, o sıcak eli tuttuğum an, sadece bir selamlaşma ya da vedalaşma değildi; bir yolculuğa niyet ediş, bir yola söz verişti. Belki bir sohbetin ardından uzatılan bir eldi; ama o el, yüreğime ömürlük bir iz bıraktı. Çünkü o el, yalnızca bir insan eli değil; hizmeti, ihlası, adanmışlığı, sabrı, ümidi ve istikameti temsil ediyordu.
Yıllar geçtikçe o dokunuşun anlamı daha da derinleşti. Her zorlukta, her yol ayrımında içimde o elin sıcaklığını hissettim. Bazen bir ihanet gecesinde, bazen yalnızlıkta “Ben de o eli tuttum” cümlesi yankılandı içimde. Ve bu cümle, sarsılsam da düşmemeye, incinsem de küsmeden yürümeye vesile oldu.
Bu hatıra, sadece geçmişte kalmış bir anı değil; geleceğe yürüyüşümde bir pusula, bir yemin gibiydi. O gün verilen söz, zamanla içimde büyüyen bir ahde vefa oldu.
Çünkü hizmet; hatıralara hapsolan bir nostalji değil, hatıraların hatırlattığı sorumlulukla diri tutulan bir davadır.
O gün tuttuğum el, bana yalnızca bir istikamet göstermedi; aynı zamanda nefsimle yapacağım uzun ve çetin bir mücadelenin başlangıcıydı. Çünkü hizmet, sadece zahirde görünen faaliyetlerden ibaret değildir. Asıl hizmet, içte verilen mücadeledir: riyâ ile ihlâs arasında, bencillikle adanmışlık arasında, pes etmekle sebat etmek arasında geçen bir mücadele…
Zamanla anladım ki, o el bir ömür boyu sırtımı yaslayabileceğim bir dağ ya da arkamda duracak bir duvar değildir. O el, beni ayağa kaldıran, yola koyan ve “Yürü!” diyen bir eli temsil ediyordu. Yani hizmet, omuz beklemek değil, yük omuzlamaktır. O günden bugüne geçen yıllar içinde nice fırtınalar koptu; iftiralar, ayrılıklar, kırgınlıklar… Ama ne zaman içim daralsa, o günü hatırladım. O sofrayı, o tebessümü, o dokunuşu… Ve içimden “O eli tutan bırakmaz” dedim.
Babamın şu cümlesi hep kulağımda yankılandı: “Oğlum, bu zata bağlı kalan cehennem yüzü görmez. Sakın o eli bırakma, ailenizi de ihmal etme” demişti.
Bazı sözler vardır ki, zamana karşı direnir. Unutulmaz. Her çağrıda yeniden doğar, her hatırlayışta derinleşir. Babamın sesi hâlâ kulaklarımda:
“Oğlum, bu zata bağlı kalan cehennem yüzü görmez. Sakın o eli bırakma. Ailenizi de ihmal etme.”
O an ne tam anlamıştım, ne de bütün ağırlığını taşıyabilmiştim bu cümlenin. Fakat yıllar geçtikçe, zamanın silinemez kalemiyle satır satır içime yazıldı. Her yol ayrımında, her sarsıntıda, her nefs mücadelesinde bu ses bir pusula oldu. Gönül karanlığında ışık, zihnimde yankılanan bir öğüt…
“Sakın o eli bırakma…”
Bir müceddid, müçtehid alim, mürşid eli, bir rehber avucu… Sadece öğreten değil, taşıyan; sadece gösteren değil, çeken bir el. O el, nefsin dipsiz kuyularından tutup çeken bir rahmet halkasıydı. O el, gecenin en koyusunda sönmeyen bir kandildi. Ve o zat… İmanla dolu bakışıyla, sadece kendine değil, ardındaki yüzbinlere yol olan bir kutlu izdi.
Babam, bu hakikati görmüş. Gönlünde yer etmiş bir emanet gibi bize aktarmış. O, hem tevekkül sahibiydi, hem de hayatını zikir ve duayla dokuyanlardan. Onun bu sözü, sadece bir nasihat değil, ardında bir ömürlük tecrübenin, bir yürek dolusu imanın tercümesiydi.
Ve bu cümlede iki denge kurmuştu bana:
“Sakın o eli bırakma” diyerek ebedi yola dikkat çekmişti.
“Ailenizi de ihmal etme” diyerek dünyadaki en değerli imtihanı hatırlatmıştı.
Şimdi her dua edişimde, babamı hatırlıyorum. O güzel sözüyle bana bıraktığı en kıymetli mirası. Ve içimden sessizce tekrar ediyorum:
O eli bırakmadım Baba… Allah’ın izniyle, bırakmayacağım da.
Her hatıra içinde bir sorumluluk taşır. Özellikle böyle kutlu izlerle dolu hatıralar, sadece geçmişe değil, geleceğe de yön verir. O gün verilen söz, bugün bir sorumluluğa dönüşmüştür. Bu nedenle her hatırlayış, beni yeniden hizaya sokar; nefsimi, yönümü ve niyetimi gözden geçirmeme vesile olur.
Bazen bir el, bir ömre yön verir.
Bazen bir hatıra, bir ömre yemin olur.
Bazen bir söz, bir davaya sadakat olur.
Ve ben biliyorum ki, o gün tuttuğum el, sadece bir insanın eli değildi; o el, bir davanın, bir çizginin, bir ruhun temsiliydi. İşte bu yüzden hâlâ yüreğimde sımsıcak ve taptaze…