Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, pazar günü yazısında hüzünlü bir hasreti ve çileli bir hicret öyküsünü köşesine taşıdı.
Ben Geldim O Gitti.
Kaşları destan gibiydi. Polat ruhlu bir gençti. Alnına dökülen siyah saçlarının harelediği yüzü, karanlık bir göğün altındaki dolunay gibi parlıyordu. Otuzlu yaşlarında gösteriyordu. Gözleri, ay vurmuş derin kuyular gibi aydınlıktı. İçindeki güneş sanki simasına vurmuştu. Onu asıl güzel kılan ise kararlı ve soylu duruşu idi. Ben o duruşları çok iyi bilirim. Hadiseler dalga dalga üzerine geldiğinde destansı bir hal alır. İki eliyle alnına dökülen simsiyah dalgalı saçlarını arkaya doğru tarayarak başlıyor, bilcümle hikayesini anlatmaya; “Adım Hamza… Hamza Deniz,” dedi. Üniversitede Kamu yönetimi okudum. 15 Temmuz gecesi bir arkadaşımla evde KPSS’ye çalışıyorduk. Bir ara bir ses geldi. Apartmanda patlama oldu, sandık. İkinci bir ses geldi. Çıkıp baktık. Bir yerlerde kıyamet kopuyordu. Televizyonu açtık. Haberi görür görmez “eyvah bir şeyler dönüyor,” dedim. Günler geçtikçe ülke harareti yükselen bir fırına döndü. Bir mart sabahı daha gün doğmadan polisler evimize geldi. Beni alıp götürdüler. Karakolda iki kişilik yerde on kişi kalıyorduk. Yine şanslı sayılırdık. Bizden öncekiler 20 kişi kalmışlar. Betona karton sermişler ve bağdaş kurarak uyumuşlar. Bize çok baskı yaptılar. Psikolojik baskılar, bağırmalar, çağırmalar… “Abileriniz kaçtı kurtuldu, sizi bırakıp gittiler. Siz de isim verin kurtulun. Siz kimi koruyorsunuz…” Rabbim bizi kordu. Yanlış bir şey yaptırmadı. “Kıdemli bir asker vardı. Bize sıkın dişinizi, tutuklanacaksınız ve rahat edeceksiniz,” diyordu. Biz beş arkadaş tutuklandık. Hâkim “tutuklusunuz” dediği anda bir huzur bürüdü bedenimizi. Tatlı bir esinti, bahar meltemi gibi bütün hücrelerimizde gezindi. Serbest kalanlar bizim kadar mutlu değildi, yüzlerinden belliydi Sekiz kişilik koğuşta 30 kişiydik. Arkadaşlarımızın yarısı yerde ranzaların altında yatıyordu. Sanki abilerimiz bizi toplamış, kamp yapıyorduk. Namazları topluca kılıyorduk. Sabah namazında her koğuştan bir ezan sesi geliyordu. Aydınlıkları devşire devşire taş duvarların arasından özgürlüğe uçan o ezanların tadı bir başka oluyordu. Kitaplar okuyor, hatimler indiriliyor, mukayeseli Arapça çalışıyorduk. Zaman zaman arkadaşlar arasında küçük problemler de oluyordu. Cuma akşamlarında yatsı namazından sonra bir ki saat dua ediyor, birbirimize sarılarak helalleşiyorduk. O an koğuşa sekine iniyor, içimiz huzurla doluyordu. Semaverimiz sürekli kaynıyordu. Üç ayları oruçlu geçirmeye çalışıyorduk. Tesbih namazları kılıyorduk. Yazları avluda mukabele okuyorduk. Kurmay askerler, hakimler vardı. Bazıları tek kişilik hücrelerde kalıyordu. Kimi hafızlığa çalışıyordu kimi Arapça öğreniyordu. Güzellikler vardı ama maalesef dört duvar arasındasınız. Kolay değil tabii. En daraldığımız zamanlarda da teselli ötelerden geliyordu. Bir arkadaşımız rüyasında koğuşa peygamberimiz (s.a.v)in geldiğini görüyor. Bir keresinde de rüyamda Hocaefendi koğuşları geziyordu. İçimden, “Ya hocam niye geldi, ona zarar verecekler.” diyorum. Hocaefendi bana doğru döndü, “merak etmeyin,” dedi, “Ben darbe dönemlerinde de arkadaşları ziyaret ettim, bana bir şey olmaz.” “Biz buna şahidiz,” diyorum Hamza Beye. 1982’de Kenan Evren’in darbe hükümeti kısa dönem askerlik kararı alınca pek çok arkadaşımız askere gitti. O günlerde amansızca takip edilmesine, billboardlarda, duvarlarda, duraklarda boy boy fotoğrafları olmasına rağmen Hocaefendi bizleri ziyarete geliyordu. Türkiye’nin her yerinde askerlik yapan bütün talebelerini, hem de bizzat garnizonlara kadar giderek ziyaret ediyordu. Darbeden dolayı bozulan moralleri yeniden imar etme sadedinde harikulade bir davranıştı bu. Hocaefendi, ömrünün hiçbir döneminde sabahın olmasını, güneşin doğmasını beklemedi. Gecenin en karanlığında da yapılacak işlerden asla geri durmadı. Musibetleri fırsata çevirmesini bildi. Musibet mektebinin muallimi gibiydi o. 1986’ da birlikte geçirdiğimiz kısa bir karakol macerasından sonraki ilk Miraç gecesinde Çamlıca Camii’nin kürsüsünde göründü. O tarihi günde ben de oradaydım. O gün gökten melekler Çamlıca tepelerine inmiş gibiydi. Avluyu dolduran kalabalık Hocaefendi’yi görür görmez, hıçkırıklar yükselmeye başladı. Hocaefendi kahverengi cübbesiyle kürsüye oturdu. Mor dağlardan bakan yaralı bir maral gibi kürsüden uzun uzun süzdü nur yüzlü gençleri… Kendisinin arandığı yıllarda Hizmet, bütün engellere rağmen gittikçe kabaran deniz gibi büyümüş olduğunu gördü. Çok duygulandı. Tutsak kürsülerin dili çözüldü; “Beş-altı sene var ki benim için bir hicran, bir hacir oldu; hakikat gamzeden sineleri görmedim. Üzülmedim, hakkımda verilen hüküm çok âlî bir divanda verilmişti. Rabbimin mahkûmu olduktan sonra üzülmemiştim. Rasulullah’ın yolunda olduğu için üzülmemiştim. Ne acıdır ki şu anda dahi sizlerle yürekten böyle karşı karşıya gelip dizlerimi dizlerinize verip sizinle sarmaş dolaş olamıyorum. Zaman durmadan deveran ediyor, karanlıkları ışıklar takip ediyor, gündüzler gecelerin arkasından süratle geliyor, tatlı haller sıkıntılı halleri takip ediyor, fena günlerin arkasından iyi günler içlerimize inşirah salıyor, huzur salıyor…” O bahar günü Çamlıca tepelerini dolduran o nurlu kalabalık, bir daha gösterdi ki bedenlerin hapsedilmesi ile ruhlar, hayaller hapsedilemiyor. Güneşe doğru yolculuk asıl o zaman başlıyor. “Doğru,” diyor Hamza Bey. “Asıl yolculuk o zaman başlıyor. Hapisten çıkınca evlendim. Bir çocuğumuz oldu. Lakin ülke bizim için yaşanır olmaktan çoktan çıkmıştı. Dosyam Yargıtay’daydı. Çıkmaya karar verdim. Bir kış gecesi birkaç arkadaşla Meriç’ e geldiğimizde rüzgâr derelerde tepelerde atını amansızca koşturuyordu. Zemheri günleriydi. Meriç’ten kolay geçtik. Bize, “gece ormanda kalın, yakalanmayın,” dediler. Islak elbiselerimizi değiştirdik. Birbirimize sokulduk. Ölümün kucağına uzanmak gibi bir şeydi bu. Bir ara sıcaklık gelmeye başladı. Soba sıcaklığı gibi. Analdım ki donuyorum. Arkadaşlara, “Biz kalkalım,” dedim.” Burada kalırsak sabaha donmuş cesetlerimizi bulurlar.” Ayağa kalkmaya çalışıyoruz kalkamıyoruz, doğruluyoruz, düşüyoruz. Yeni doğan taylar gibiydik. On beş yirmi dakika ayaklarımızı açmaya çalıştık. Yunan askeri bize doğru lamba tuttu ama göremedi. Yürüdük, köylerden geçtik. Artık özgürdük. Bir Yunan karakoluna vardık. İçerde yatak görünce çok sevindik. İkindiden sonra bizi Afganlı ve Suriyelilerle birlikte karakolun arka kapısından çıkardılar. Bir askeri aracın arkasına bindirdiler. Meçhule yolculuk başladı. Bir arkadaşımız “Bari ülkemize sağ salim gönderseler,” diye dualar etmeye başladı. Bir yerde durduk. Afgan çetelere teslim ettiler bizi. Her şeyimizi aldılar. Bizi feci dövdüler. Sırtlarımızda yaralar açıldı. Nehrin ortasına bırakarak deport ettiler Türkiye tarafına geçince Suriyeliler ve Afganlılar koşa koşa ana yola gitti. Bir anda taksiler geldi, onları aldı. Elbiselerimiz sırılsıklamdı. Üzerimizde para yoktu. Kar-kıştı… Donmamak için koşmaya başladık. Önümüze metruk bir bina çıkınca çok sevindik. Rüzgâr vefasız bir sevgiliyi arar gibi çığlık çığlığa oradan oraya koşuyordu. Soğuktan vücudumuzdaki yarların acısını duymuyorduk. Bedenlerimiz gittikçe uyuşuyordu. Ne paramız vardı, ne de ‘gelin bizi alın’ diyebileceğimiz telefonumuz. Vücutlarımız gittikçe hissizleşiyordu. Üzerimizdeki ıslak elbiseler ve ayağımızdaki ıslak ayakkabılar gecenin ayazında kemikleşmeye ve bir mengene gibi bedenimizi sıkmaya başladılar. Ah güneş neredesin! Az ilerideki dinlenme tesisinin ışıkları yanıyordu ama oraya gitmek çok tehlikeliydi. Tesisin garajına bir tır geldi. Hepimiz birden koştuk. Şoförden telefonunu istedik. “Ben sizi biliyorum,” dedi şoför. Dünyalar bizim oldu. Arkadaş eşini aradı. Lakin koronadan dolayı dışarı çıkma yasağı vardı. Sabahı beklemekten başka çaremiz yoktu. Bütün mesele, ölmeden sabaha çıkmaktı. Ben şunu anladım ki insanın içinde bir umut ışığı olunca kendini daha güçlü hissediyor. Gece boyunca ölümün kollarına teslim olmamak için rüzgârın hazin sesler çıkardığı harabe binanın içinde akrobatik hareketler yaptık. Sabah arkadaşımızın eşi gelip bizi aldı. Memlekette dededen kalma bir ev vardı. 1,5 yıl kadar eşimle orada kaldık. Bu arada Yargıtay cezamı onadı. Sık sık yakınlarımın evlerine baskın yapıyorlardı. Çember iyice daralıyordu. Bir gün Hocaefendi’yi dinliyordum. “Zalimin işini kolaylaştırmak Allah’a karşı saygısızlıktır,” sözünü duyunca beynimde şimşekler çaktı. Bir sonbahar günü birkaç arkadaşla ikinci defa geçtim Meriç’ten. Şimdi gördüğünüz gibi Kuzey’in bu ülkesindeyim. Üniversitede okurken öğrencilerle ilgileniyorduk. O günlerin tadı hala damağımda. O güzel günlerin geride kaldığına üzülüyorum. En çok da Hocaefendi’yi dünya gözüyle göremediğime üzülüyorum. Hâlbuki hapishanede iken bir gece rüyamda tahliye oluyor ve hocamızın yanına gidiyordum. Yasaklı günlerin sonunda verdiği Miraç vaazında` 'Ne acıdır ki şu anda dahi sizlerle yürekten böyle karşı karşıya gelip dizlerimi dizlerinize verip sizinle sarmaş dolaş olamıyorum’ sözlerindeki hasret rüyada da olsa benim için sona eriyordu. Bana sarılıyordu. Bu rüyanın peşine düşerek geldim buralara ama Pol ve Virjini gibi oldu. Ben geldim o gitti.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.