Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, bu haftaki yazısında, bir dönem birlikte hizmet ettiği İbrahim Tabanca ve onun ibretlik hikayesini kaleme aldı.
Ben Oğluyum
Bir temmuz akşamı… Geride garip hisler bırakarak dokunduğu her şeyi gurbet renkleriyle giydiren akşam güneşi çoktan battı. Gökyüzünde kara kara bulutlar katar katar koşuyor. Martılar telaşlı telaşlı uçuyor. Ve derken bulutlar boşanmaya başlıyor. İçli bir insan gibi bir duruyor, bir yağıyor yağmur. Yanmış, kurumuş toprak kana kana içiyor. Toza toprağa belenmiş sokaklar, ağaçlar, parklar biteviye yıkanıyor. Gönüllere ferahlık salan bir yağmur musikisi yayılıyor. Yağmur damlaları, sokak lambalarının ışıklarında bir an evvel toprağa kavuşmak için sabırsız atlar gibi koşuyor. Gökler bereketini boşaltıyor. Telefonum çalıyor. Bir zamanlar, karanlıktan ve kuraklıktan yorgun Asya bozkırlarına, Sibirya steplerine bereketli yaz yağmurları gibi yağan Saadeddin Ağabey arıyor. “Bugün 19 Temmuz.” diyor. “Biliyorum.” diyorum. “Bir İbrahim’imiz vardı. İbrahim Tabanca...” “Tanıyorum.” “Kırk yıl önce bugün ayrıldı aramızdan.” diyor. 1980’li yıllarda İbrahim’le bir süre İstanbul’da birlikte çalıştık. Fedakâr bir gençti. İnce, uzun boyluydu. Gözleri derin bakardı. Adını İbrahim koymuşlardı. Alevlerin üstüne üstüne yürümeyi seven birisiydi. Fedakardı. İstanbul’daki ilk talebe hizmetlerini o başlattı. Geldiği mahallenin gençleri için “Ne olur onlara kızmayın, onlara dua edin.” der, ağlardı. Tarihte, Hazreti Âdem, Hazreti Yakub, Hazreti Yusuf, Hazreti Fatıma ve Kerbela’nın tek kurtulanı Zeynül Abidin için “beş ağlayanlar” denilir. Günümüzün beş ağlayanları arasına girecek birisiydi o. Yerlilerin “kasaba” dediği, güzel insanlar otağı Turgutlu’dandı. 1970’li yıllarda Mustafa Türk, Osman Aykut, Ahmet Haseken, Kemal Özçalı gibi Turgutlu’nun ilkleri, yeni bir diriliş için canhıraşane koşturuyorlar, arkadan gelenlerin “Yol budur.” diyeceği silinmez izler bırakıyorlardı. Turgutlu Anadolu’nun her yerinden İzmir’e gelen-gidenlerin uğrak yeriydi. Küçük bir tepenin üzerindeki Gündüzalp Koleji, en karanlık gecelerde bir deniz feneri gibi umut ışığı oluyordu. Tarihin akışını değiştiren Bornova vaazlarını dinlemek için farklı kollardan akan nehirler gibi Anadolu’nun her yerinden kopan insanlar Turgutlu’da toplanıyor ve debisi yükselen coşkun sular gibi İzmir’e doğru akıyordu. Hizmet’in ilk yıllarını yaşayıp da Turgutlu’da hatırası, hatıraları olmayan insan neredeyse yok gibidir. Türkiye’deki bütün müesseselerde bir değil binlerce tuğlası bulunan Turgutlu hakikaten mübarek beldelerdendi. Bu güzel ilçe yaz yağmurlarına göğsünü vermiş bereketli topraklar gibi nice güzel fidanlar yetiştirdi. İbrahim onlardan biriydi. Çocukluğunda ağabeyi Mehmet’le beraber Kur'an kursuna giden, dini sohbetlere katılan İbrahim’in yolunu, lisedeki materyalist ve militan öğretmenler değiştiriyorlar. Lise yıllarında, bir öğretmen onunla yakından ilgilenmeye başlıyor. Öyle ki not defterini önüne atıyor, 'Kendi notlarını kendin yaz!' diyor. Ayrıca o yaşlarda ne gibi ihtiyacı varsa yardımcı oluyor ve cebine tomarla para koyuyor. Öyle bir an geliyor ki İbrahim’in dine, imana, câmiye, ezana ve bütün mukaddesata karşı içinde çok ciddi bir nefret hissi uyanıyor. Hemen hemen hiç ayık gezmiyor. Turgutlu'da sokakta, caddede onu görenler yön değiştirmeye başlıyor. Artık tam bir zengin düşmanı olup çıkıyor. Onda liderlik vasfı gördükleri için sol görüşün sorumlusu yapıyorlar. Turgutlu'da tuğla ve kiremit fabrikaları çoğunlukta olduğu için gece vardiyalarında, arkadaşlarıyla fabrikaların makinelerini ve imâl edilen malları, balyozlarla paramparça ediyorlar. Kimse de onlara ilişmeye cesaret edemiyor. İbrahim, Nur talebesi olan ağabeyi Mehmet’ten nefret ediyor. Ne zaman eve gelse derhal evi terk ediyor. Bir bayram günü evden ayrılırken merdivenlerde ağabeyi ile karşılaşıyor. İbrahim hızla yanından uzaklaşmak isterken ağabeyi kolundan tutarak kendisine çekiyor; 'İbrahim, kardeşim! Sen hangi anlayışa sahip olursan ol, buna mâni olacak değilim. Gel seninle bir konuşalım. Düşüncen nedir? Ne yapmak istiyorsun? Eğer yapmak istediklerin vatanımız, milletimiz ve insanlık adına hakikaten faydalı şeylerse, ben de seninle beraber olmak isterim. Bayram günü anne babamızı üzmeyelim,’ diyor. Onun bu samimi yaklaşımı İbrahim’i biraz yumuşatıyor. Yukarı çıkıp anne babalarının ellerini öpüyor, birlikte sofraya oturuyorlar. Sonra evin bir odasına çekilip saatlerce konuşuyorlar. Hayrettir, İbrahim’in içinde ağabeyine karşı bir sevgi, bir saygı hissi uyanıyor. İzmir'de ağabeyinin kaldığı eve gidiyorlar. İbrahim’in, “Hepsi çok düzgün ve saygılı gençlerdi.” dediği evde Mustafa İsmail’in yürekleri dağlayan sesi karşılıyor. İçinde tarifi imkânsız bir huzur duymaya başlıyor. Arkasından hıçkırıklara boğularak belki saatlerce ağlıyor. Hizmet’i tanıdıktan ve imanın tadını aldıktan sonra bir sahabe gibi hayat yaşayan İbrahim’i, 1970’li yılların sonlarında Hocaefendi talebe hizmetleri için İstanbul’a gönderiyor. “İstanbul gibi büyük bir şehirde böylesine becerikli ve o kadar da bir gönül insanı olan İbrahim kısa zamanda tanınır ve aranır biri haline geldi. O İstanbul’a geldikten sonra talebe hizmetlerinde de büyük inkişaflar yaşandı. Maliyeci olduğu halde dini konularda kendisini iyi yetiştirmişti. Fatih’teki Kızılelma semtindeki bir camide gençlere sohbet ediyor ve çok da etkili oluyordu. İbrahim, İzmir İktisat Fakültesi'nde okuyordu ama İstanbul'da hizmet ediyordu. İmtihanlara bir ay kala İzmir'e gidip derslerine çalışarak sınıfını geçiyor, tekrar İstanbul'a dönüyordu. İstanbul ve çevresindeki vilâyetlerde bir fırtına gibi esiyordu. Kurak gönüllere bereketli yağmurlar gibi yağıyordu. O ilk günlerde hem esnafın hem de talebelerin gönüllerinde taht kurdu. Çok hareketliydi, cevvâldi, yumuşaktı. Çocukla çocuk, büyükle büyük olurdu. Sempatik tavırlarıyla karşısındakini rahatlatırdı. Vefa, İbrahim'in vazgeçilmezlerindendi. En ücra köşelerdeki unutulan veya aranmayanlar ile irtibat kurar, onları tekrar Hizme’te kazandırırdı. İnsanlardan bir insan olarak yaşamayı tercih eder, beklentilere girmezdi. Çok kısa hayatı içerisinde uzun zamanda yapılabilecek işleri sıkıştırmıştı. Sanki zamanın dar, yapılacak işlerin çok olduğunu biliyordu. Daha birkaç sene öncesine kadar memleketi Turgutlu’nun baş belası bir talebe olan birisinin bu değişimi cidden çok şaşılacak bir şeydi. Ömrünün büyük bir bölümünde kervanların yolunu kesen, onları yağmalayan, sonraları büyük evliyalardan biri olan Fudayl ibn Iyaz gibiydi. İbrahim, Nurların ve Hizmet’in bir insan ruhunda nasıl inkılaplar meydana getirdiğinin en güzel örneklerinden biriydi. Bizlere hep 'Ağabey sol düşünceye sahip çocuklar, hakikaten vatan-millet ve eşitlik diyerek böyle bir anlayışı benimsiyorlar. Onlara kızmayın' der, bir durup bir yağan yağmurlar gibi içli içli durur durur ağlardı. Şiir gibi bir hayat yaşadı İbrahim. 1986 yazında ilgilendiği arkadaşlarını ziyaretten dönerken Sivrihisar yakınlarında geçirdiği trafik kazasında şehit oldu. İnsan yaşlanınca kendinden önce gidenleri daha çok hatırlıyor, daha çok özlüyor. Mehmet Özyurtlar, Bayram Acarlar, Abdurrahman Başlar, Hasbi Şahinler, Halil İbrahim Çelikler, Cahit Erdoğanlar, Tuğman Ciranoğlular, Halim Babalar, Üsameler, Dursun Kaçarlar, Hâkim Necmeddin Güvenliler, Harun Güzeller… Yapımına ön ayak olduğu Turgutlu’daki Zübeyr Gündüzalp Koleji için,“Rabbim bana bu kolejin açılışını göstermesin. Belki içime bazı duygular gelir.” diyen ve bir kurban bayramı günü o okulun önünde geçirdiği trafik kazasında vefat eden Memduh Ünganlar… Gittikçe meçhulleşen bu insanlar unutulmaya yüz tutmuş yaz rüyaları gibi hatıralarımızın hafızasından her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorlar. İbrahim Tabanca ile uzun yıllar birlikte çalıştığımız, birlikte koşturduğumuz için onu çok daha yakından tanımış olmanın verdiği derin bir özlem vardı içimde. Yıllar sonra Amerika’daki kampta Hocaefendi’nin yanında boyu-posu, gözleri, siması, gülümsemesi tıpkı İbrahim’e benzeyen birini görünce yanına gittim. İbrahim’e sarılır gibi sarıldım o gence. O an bir şey fark ettim. Gencin sadece siması değil kokusu da tıpkı İbrahim’di. Onu kokladım, kokladım. İbrahim siması, kokusu, davası ile bu gençte yaşıyordu sanki. O zaman anladım bazı insanlar öldükten sonra da yaşıyorlar. Genç benim ilgime şaşırmıştı. “Ağabey niye bana bu kadar yakınlık gösteriyorsunuz?” dedi. “Benim bir arkadaşım vardı.” dedim. “Adı İbrahim… İbrahim Tabanca. Sen tıpkı ona benziyorsun.” Sürmeli bir ceylan gibi olan gencin birden gözleri doldu. Yüzü bir anda yağmur yüklü bulutlara döndü. “Ben oğluyum.” dedi.
Sitemizi kullanmaya devam
ederek çerezleri kullanmamıza izin vermiş oluyorsunuz.
Detaylı bilgi almak için Çerez Politikasını ve Gizlilik Politikasını inceleyebilirsiniz.