15 Temmuz sonrası Hizmet Hareketi'ne yönelik cadı avı kapsamında binlerce başörtülü kadın cezaevine kondu. Onlardan biri günlerce Siirt'te gözaltında tutulan bir öğretmendi. Başörtüsünün zorla çıkarıldığını hakaretlere maruz kaldığını eteğinin astarından yaptığı örtüsü de elinden alındığı için namazlarını başı açık kıldığını anlattı.
İffetime ve başörtüme dokunmayın
Hani ağlatan, içlendiren hikâyeler vardır ya; duyduğumuz, dinlediğimiz. İşte! Benim de aylardır gözyaşı döktüğüm bir hikâyem var. Akrep ile yelkovan arasında geçen uzun bir hikâye. Hem öylesine yaşanmış ki derinden…
Bütün hayatımı, hatıralarımı, acılarımı bir daha bir daha dercesine yaşadığım, derinden hissettiğim bir hikâye. Ben bu yaşadıklarım yüzünden aylardır ağlıyorum.
Aralık ayında annemle birlikte eşimi görüşü için Siirt’e gittik. Eşimle görüşmeyi beklerken, iki polis yanımıza gelip onlarla gitmem gerektiğini söylediler.
– Ne oluyor memur bey? Neden böyle bir şey yapıyorsunuz? Bir problem mi var?
– Nazlı hanım, hakkınızda gözaltı kararı var,
– Neden?
– Eşin
dediler ve kelepçelediler.
– Eşim mi?
Elimde su tasıyla, iftarı bekleyen oruçlu gibi beklediğim mi? Aslanım mı? dedim, yutkundum. Eşime bir şey mi oldu?
– Sessizlik..!
Anneme, yol arkadaşıma, dert ortağıma, sırdaşıma baktım. Kelimeler yumruk yumruk oldu boğazımızda. Annem de sukünetin susma vakti gelmişcesine” Nazlı!” dedi, sustu kaldı. Çünkü daha önce de gelmiştik aynı yere. Ne kadar konuşsan da ne kadar hal-i ahvalini anlatsan da boştu,burada kâr etmezdi. Sizi anlayacak, size inanacak bir yürek burada olmazdı. Nasıl olsa inanmak istediklerine inanacaklardı. O yüzden mecburi susma vaktiydi.
Eşim, onbeş yirmi gündür gözaltındaydı. Önüne koydukları bütün suçlamaları reddetmişti. Örgüt lideriymiş, suçluymuş, teröristmiş, üyeymiş. “İsim verirsen akşama evine gidersin. Eşine, çocuklarına kavuşursun” demişler. Peh! ki ne peh! Kurttan hiç çoban olur mu? derdi anam o misal. Belli ki eşimi ikna etmek, eşime psikolojik baskı uygulamak için beni de gözaltına almışlardı.
Önce eşimle görüşmek istediğimi beyan ettim. Malum Kayseri’den geldik, eşimin durumunu görmek istiyorum, dedim. Görüştürdüler, hüzünle bakıştık. Ellerimin kelepçeli olduğunu görünce panikledi. Nazlı! Burada ne işin var, dedi. Aslında önceden de olan rahatsızlıklarımı düşünerek, bu şartları kaldıramayacağım için paniklemişti. Paniklemekte haklıydı çünkü ağlama nöbetlerim, kalp çarpıntım, uyku bozuklukları gibi rahatsızlıklarım vardı. Normalini kaldırmayan bir yürek buradaki çarpıntıyı kaldırabilir miydi? Kendimi toparlamaya çalıştım. Yüreğimin ardındaki tüm acıları göstermelik tebessümün ardına gizleyerek. “Sizin burada ne işiniz varsa benim de o işim var.” dedim. Sitem ve şikayet etmeyişim beklenmedik bir cevap olmuştu onun için. İşte! Benim zevceme de bu yakışır gibisinden, tebessüm etmişti. Küçüklüğünden beri yaşadığı sıkıntıların yorgunluğu vardı üzerinde.
Ben dedi…Duraksadı, bütün suçlamaları reddettim dedi ama sen… Gözleri siyah boş bir küre gibiydi. Sözlerinde ve dahi gözlerinde endişe hakimdi. Bu endişe Afyon Dinar’daki yirmi bir bayana yapılan zulmün endişesiydi, Antalya’daki ev hanımlarının spor salonlarına doldurulmasının endişesiydi. Yirmi beş otuz gün Erzurum’da nezarette bekletilen, yedek çamaşır almasına dahi izin verilmeyen kadınların endişesiydi. Bu endişe, Bandırma ve Silivri cezaevlerinde kadınların göğüslerine dikiş iğneleri batırılmasının endişesiydi. Kadınların meme uçlarından sıvı gelinceye kadar sıkılmasının endişesiydi. Sinop cezaevindeki Nurhayat’ın yaşadıklarının endişesiydi. Bu endişelerini hissederekten eşimin kulağına eğildim ve sessizce “Doğru olanı yapmışsın Aslan’ım. Bizim ne hesap veremeyeceğimiz dünümüz ne de mahcup olacağımız bugünümüz var. Beni merak etme! Sana söz verdiğim gibi dişimi sıkıp dayanmaya çalışacağım.” dedim. Tebessüm etti, gözlerinden damla damla yaşlar süzüldü. Beklenmedik cevaplar karşısında şaşkındı biliyorum. Küçükken babasını kaybetmişti. Annesi de başkası ile evlenip gidince abisi tarafından büyütülmüştü. Öksüz ve yetim büyüdüğü için mi bilmiyorum? Bana ve çocuklarına çok düşkündü. Onu panikletmemek, endişeye sevk etmemek için dik durmaya çalışan halimi hiç sormayın? Ben de kendime şaşırıyordum, bu ben, ben değildim sanki. İnsan gözyaşı dökecekse sevinçten dökmeliydi. Biz, ikimiz bir maslahat uğruna verdiğimiz ahitten dolayı gözyaşı döküyorduk. Hüzünle ayrıldığımızdan dolayı tel tel dökülüyorduk. Önümüzde duran meçhul bir hayattan korkuyorduk. Ama biz ikimiz yeni bir hayatın da hayalini kuruyorduk.
Görüş bitince polis amiri:”Atın bu … kadını nezarete.” diye emir vermişti. “Ama önce başörtüsünü alın başından.” dedi. “Cevşen okuyan bunlar, Fetih okuyan bunlar, Yasin bunların tapulu malı sanki. Herkes teröristlerin, f…şelerin suratını görsün.” demişti. İtirafçı, iftiracı olmadığım için miydi bütün bunlar? Nezaretin sorumlu personel memuru yanıma geldi. Başörtüsünü alması gerektiğini söyledi. “Veremem, o benim kimliğim, o benim zırhım, o benim içinde saklandığım, korunduğum yüksek ve aşılamayan surlu kalem, çünkü o benim.” dedim. O, yükseklerden bir emir ve yüce bir gayedir! Allahtan kuluna hususi bir hediye, mümine has bir ahlaktır! dedim. O, inancımın gereği Rabbimin rızasını kazanmak içindir, dedim…Namazın farzlarından birisi de setr-i avrettir, namazda örtülmesi gereken yerleri örtmektir, dedim. Namazlarım! Namazlarım! dedim. Dinletemedim, dinlemediler. Zorla da olsa çekip aldılar yüreğimden örtümü.
Ne kürküdür, ne kolyesi, ne süsü..! İnsana değer katan örtüsüdür, örtüsü..! diye haykırdım ama duyuramadım çığlığımı. Tesettür bana bakmayın demekti, bana bakmadan geçmeyin demek değildi. Bir elmanın kabuğu gibi soyulmuştum, bir cevizin kabuğu gibi kırılmış ve de paramparça olmuştum. Ellerimde ki kelepçe çıkarılmış, nezarete atılmıştım. Asıl kelepçeyi şimdi vurmuşlardı, asıl esaret şimdi başlamıştı.
Nezarethane dediğiniz yer karşılıklı olarak insanların birbirini gördüğü bir yer. Her konuşulanın fısıltı halinde bile olsa duyulduğu bir yer. Arada sadece kalın demir parmaklıklar var. Götürüldüğüm yer erkeklerin olduğu kısımdı. Yılların terör örgütü mensuplarının yanına koyulmuştum. Tüm gözlerin üzerimde olduğu bir handaydım. Sağım, solum ve önüm gücünü silahtan alanlarla doluydu. Bizlerse ikna fedaileri, gücünü kalemden alan silahşörlerdik. İçten içe bir yalnızlığın girdabındaydım. Derin kederlerin kötü haberlerin eşiğindeydim. Hafiften kalp çarpıntılarını hissediyordum, yüreğimdeki tüm acılar gözlerimde toplanıyordu. Başörtüme dokunur gibi yapıyordum. Nedense ağlama nöbetlerim gelmiyordu. Namazlarımı, yırttığım eteğimin astarını başıma sararak kılmaya çalıştım, yön gösteren olmayınca kıblemi kendim tayin ettim. Vakit namazlarında, fısıltılar bile köşelerine çekiliyordu, nezarethanede bir sessizlik hakim oluyordu. Nezarethanedeki ilk kırk sekiz saatim bu şekildeydi.
Siirt’te yiyecek ekmeğimiz, içecek suyumuz kalmadı düşüncesi ile Kayseri’ye ailemin yanına taşınmıştık. İşsizlik, stres, yorgunluk bir yana aile geçindirmek için hayatla kavga etmek bir yanaydı. Ben ya da sen yoktu aramızda ikimizdik, öğretmendik. Yeni bir hayat kuralım yeni bir başlangıç yapalım niyeti ile beş on dershaneye, bir kaç koleje iş başvurusu yapmıştık. İş bulmak kolay olmuyordu, daha önce çalıştığımız kurumlardan dolayı kırmızı listedeydik. Bu arada arabamızı sattık, kızımın okul masrafları, oğlumun hastane masrafları derken onunla geçinmeye çalıştık.
Bir gün eşimin telefonu çaldı ve iş başvurunuz kabul edildi. Bugün görüşelim çalışma şartlarımızı kabul ederseniz yarın başlayabilirsiniz denildi. Şart mı? Bizim için şu an öyle bir şart yoktu. Ne güzel şeydi mutluluk. Dünyanın tüm mücevherlerine değişmezdim bu mutluluğu ve o anki gülmeyi. Eşimle beraber gittik, kurum müdürü ile görüştük. “Normalde hiç görüşmüyoruz bile çünkü gelen üst yazılar var. Kaliteli bir öğretmene ihtiyacım vardı, o da sensin. Hayırlı olsun, hocam.” dedi. Yirmi beş gün çalıştı, mutluyduk, huzurluyduk. Bir gün eşimin telefonu yine çalmıştı. Polisler çalıştığı kuruma giderek öğrencilerinin gözünün önünde onu kelepçelediler. Kayseri’de gözaltına alınarak Siirt’e sevkedildi. Ve buradayız…Yakamıza yapışan acılar gittiğimiz Kayseri’de de peşimizi bırakmamıştı.
Kırk sekiz saat sonraydı bir gece yarısıydı, saat iki sularında sorguya alındım. Bu saatte ne sorgusu? İki gün boyunca açtım, susuzdum, deli gibi uykusuzdum ve şimdi sorgudaydım. “Eşiniz bütün suçlamaları kabul etti, her şeyi itiraf etti ve her şey bitti.” Diyorlardı. “Siz de kabul ederseniz ikinizi birden mesai bitimiyle bırakırız.” Anlaşılan ben bitti demeden bitmeyecekti. Önüme imzalamam için koydukları hiçbir şeyi kabul etmedim. Tanımadığım onca insanın hakkına giremezdim. Hiç kimsenin bir iftiradan dolayı yurdundan yuvasından olmasını istemezdim. İki gün boyunca bu mekânda sorguda kaldım. Sandalye, evimde uzandığım ve sabahladığım bazam oldu. İbadetlerimi başörtüsüz eda etmeye çalıştım, çünkü kestiğim eteğin astarına bile el koydular. Sadece O vardı, beni duyan, beni dinleyen ve dualarıma icabet eden. O’na haşyetle iltica ettim, O’ndan istedim. Rabbim sen ganisin, sana geldim, sana el açtım, sana döndüm yüzümü dedim. Sen merhamet et dedim. Başörtüsüz bir halde utandım istemeye ama yine de O’nun kapısının tokmağına dokundum. Dertleşecek, paylaşacak kimsem yoktu O’nunla dertleştim, tüm serancamemi O’na arz ettim. Ağlama nöbetlerim hiç olmadı, kalp çarpıntım çok az bunalttı beni. Bir sekine hali miydi bu bilmiyorum? Bir şey biliyordum, ben kendimi tanıyordum, bu ben, ben değildim.
Eşim İstanbul’da yüksek lisansını bitirmişti. Siirt’te doktora için akademik kadro açılınca, kesin kadro alırız düşüncesiyle başvuru yapmıştık. Hatta evimizi bile Siirte taşımıştık, gözümüz kulağımız kadrodaydı. Terslikler oldu, kadro işi olmadı. Hoş! Rüşvetin, iltimasın gırla gittiği ifritten bir zamandı. Kesin gözüyle baktığımız kadro alımının tüm şartları tutmasına rağmen olmaması da manidardı. Toparlanıp İstanbul’a da geri gitmedik. Bir özel öğretim kurumuna başvurduk, ikimizde işe başladık. Mutluyduk her kesimden tanıdıklarımız olmuştu ve dahi sevdiklerimiz, sevenlerimiz. Ben boş zamanlarımda özel dersler veriyordum, karşılağında herhangi bir “kâr” gütmeksizin. Buna çalıştığım arkadaşlar “feda” diyorlardı. İsmi her ne olursa olsun ben de buna “vefa” gözüyle bakıyordum.
Kırk sekiz saatim de sorguda geçtikten sonra normal nezarethaneye alındım. Yan tarafta tutulan bütün terör örgütü mensupları delil yetersizliğinden serbest bırakılmıştı. Bir bayan olarak doksan altı saattir gözaltındaydım. Delil yok baskı ve işkence ile suçlamaları kabul etmem isteniliyordu. İnanın bunun zerresi onlara uygulanmadı. Acı olan neydi biliyor musunuz? Beni ikna için en tepelerindeki polis amirleri gelmişti. Hani derler ya, yaşam bir alfabeye benzer, bu alfabede ister “ünlü ol” istersen “ünsüz” ama asla ve kat’a “karaktersiz olma.” Bir bayanı bırakın, bir hayvana bile yapılmayacak hakaretleri yaptı bana. “ Seni burada bilmem ne yapar hangi genel evine götürüp bırakırız. Buradan hiçbir şey olmamış gibi çıkamazsınız.” Yüzüne bakmayınca da “Bana bak, gözlerimin içine bak ve bana cevap ver.” dedi. Dişlerim duvar olmuştu, kelimelerin önünü kesmekteydi. Sadece sustum, dünyanın en uzun cümlesini kurdum “sessizlik.” İçime oturan hüzün, acılar, nefretler gözlerimden taştı. Başörtüm yoktu, günlerdir aç susuzdum ve hafiften de beni yoklayan bir kalp çarpıntım vardı. Hayatımda hiç duymadığım hakaretler altında polis amirinin gözlerinin içine baktım. Derin bir nefes aldım. “Evet amir bey, altı gündür yapmadığınız pislik kalmadı. Şu yıllardır memleketin başına olmadık işler açan teröristlere yapamadıklarınızı bize yapıyorsunuz. Gördüğünüz gibi ben suçlu değilim, utanılacakta hiçbir şey yapmadım ve yapmam da. Şu an susulacak yerdeyim fazla konuşamıyorum lâkin konuşalacak zamanda da susmam bunu da bilmenizi isterim.” dedim. Kendime hayret ediyordum, çünkü bir şey biliyordum, ben kendimi tanıyordum, bu ben, ben değildim.
Bu konuşmadan sonra polis amiri nezarethanenin sorumlu memuruna kış ortasında kaloriferleri kapat emrini verdi. Sarılıp yatacağım bir battaniye, tutunacağım bir umudum yoktu. Namazlarımı başörtüm olmadan kılmaya çalıştım. Kıblemi kendim tayin ettim. Halimi sadece yüceler yücesine arz ettim. Onlara galebe çal Allahım! Zararlarını bertaraf eyle Allahım! Tüm mağdurları kavuştur Allahım! Eşim abisinin elinde büyüdüğü için maaş alıncaya kadar hiç yeni elbisesi, yeni ayakkabısı olmadı. Hep abisinin eskittiklerini yeni diye kullandı. Anne ve baba olmayınca hep başkasına muhtaç olarak yaşadı. Sen hiç kimseyi annesiz ve babasız bırakma Allahım!
Kırk sekiz saatimde bu nezarethane geçti ve suçlamaları kabul etmedim. Tutuklanmayı, daha ağır şartları beklerken yurt dışı yasağı ile serbest bırakıldım. Yüz kırk dört saatlik zulmün sonunda güneşi gördüm.
“ Ne kürküdür, ne kolyesi, ne süsü,
İnsana değer katan örtüsüdür, örtüsü..!
Rızaya talip olmak her müminin arzusu,
İnanan insanların iffetidir örtüsü.”
Sesimi, çığlığımı duyan Rabbime teşekkür ettim. Eşim hâlâ içerde ve ben psikolojik tedavi görüyorum, yaşadıklarım yüzünden aylardır ağlama nöbetleri geçiriyorum ve uykusuz gecelerle sabahlıyorum.
magduriyetler.com